Kurdistaninnartaneleri
  Nuray Mert
 

Nuray Mert:Türkiye’de çok ciddi bir sistem krizi var  


 

Nuray Mert:Türkiye’de çok ciddi bir sistem krizi var

Türkiye’de çok ciddi bir sistem krizi var

Röportaj: Serpil İlgün

Başbakan Erdoğan, son dönemde daha öfkeli, daha buyurgan bir tarzda konuşmaya, dili daha da sertleşmeye başladı. Siyaset bilimci, gazeteci yazar Nuray Mert, bu öfke ve gerginliği, ciddi bir toplumsal desteği arkasına almasına rağmen, AKP iktidarının Türkiye’yi yönetemiyor olmasına bağlıyor. Giderek katılaşan bir otoriter siyasal atmosfer içinde olduğumuzu belirten Mert, “Bu yaklaşımla sadece Kürt meselesini değil, Türkiye’nin hiçbir siyasal sorununu çözmenizin imkân ve ihtimali yok” diyor. Nuray Mert’le, dokunulmazlıklardan başkanlık sistemine Türkiye’nin iç siyasetini konuştuk.

AKP’nin nicedir dillendirdiği BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusu Meclis’e geldi. Bu gelişmenin açlık grevlerinin hemen arkasından olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açlık grevleri, “ben istersem adım atarım, kendi istediğim sınırlar içinde hak veririm”i kıran bir hareket olduğu için, iktidar bundan rahatsız oldu. Prestij kaybettiğini düşündü. O yüzden de hemen bunun arkasından radikal bir hamle yapma ihtiyacı duydu. Kaybettiği prestiji geri almak istiyor.

Fezlekeler, yine “çözüm yolunda umut kırıcı bir adım” olarak nitelendirildi. Aslında umutların bir yükselip bir kırılması son dönemin karakteri haline geldi. Siz bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben kolay umutlananlardan değilim. Ve bu umut söylemini de çok sorunlu buluyorum. Yani “hiçbir şey çözülmez, olduğu gibi kalsın” manasında değil. Ama bu iş demokratik ve sosyal barışın sağlanması şeklinde bir çözüm rayına girecekse, o yolda daha dikkatli yorumlar yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu, neredeyse “şarkılardan fal tutum”a dönüşen yaklaşımı doğru bulmuyorum. Çözüm için de yapıcı bulmuyorum. Çünkü bir şeyle oyalanmış oluyoruz. Daha geniş bir perspektiften, daha yapıcı bir şekilde olayları gözlemek mümkün diye düşünüyorum.

2009 itibariyle söylediğim şeylerin devamını söylüyorum aslında. Kürt açılımının başarısız olacağını söyledim. O zaman da kötümserlikle, hatta süreci sabote etmekle suçlanmıştım. O dönemde iktidarın çözüm adına kafasında olan ve açılım sürecini belirleyen, kültürel ve bireysel haklardı. Kürtlerin talepleriyle, mevcut iktidarın veya Türkiye kamuoyunun önerdiği şeyler arasında ciddi bir makas var. Bunu görmek yerine, sürekli olarak daha belirsiz bir şekilde ılımlı adımları olumlu bulup, ondan sonra diğerlerine şaşırmak bizi çok yanıltıyor.

Bir yandan da bu işin muhatabı olarak hükümetin söylediklerini dikkate almak gerekmiyor mu? Hele de diyalogdan söz ediliyorsa?

Hayır hayır, iyi ya da kötü bakmanız değil mesele. En öncesi meselenin ne olduğunu tespit etmek. O tespitte bile geri kalıyoruz ve biz iyimserlik, kötümserlik veya niyet okuma, hayal kırıklığı gibi yerlerde oyalanıp duruyoruz.

Meselenin özünde AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı var. AKP, Kürt sorununa nasıl bakıyor?

Bir kere bu iktidarın Kürt meselesini çözmek istediğini düşünüyorum. Her iktidar böyle büyük bir meseleyi çözmek ister.

Çözmek zorunda mıdır aynı zamanda?

Çözmek zorundadır. Hele de çok büyük değişimler vaat etmiş, siyasal sistemi tamamıyla dönüştürmeyi vaat etmiş bir iktidarın önünde bu bir engeldir. Her iktidar bunu fark eder ve önündeki engelleri -ilkesel prensiplerden bahsetmiyorum- kaldırmak ister. Ama iktidarın sorunu nasıl algıladığı çok belirleyici. Ve nasıl bir çözüm perspektifi benimsediği. İktidar partisinin, sadece iktidar partisi de değil asılında CHP’yi de kapsayan, birçok liberal, demokrat, sol liberal aydının da yaklaşımı, arada ton farkları olmasına rağmen, bireysel kültürel haklar çerçevesinde, liberal politikalarla bu meselenin çözülebileceği yaklaşımıdır. Türkiye’de daha önce Kürtlere tanınmayan haklar tanınmaya başlayınca zaten bir sorun kalmayacak ortada! Böyle baktığınız zaman bir yerde tıkanıyor. Tam da o yüzden Habur’da tıkandı. Zaten Kürt politik hareketi atılan bu adımları yeterli bulmuyor, hele de silahsızlanma için güvence olarak kabul etmiyor.

Nitekim Karayılan “Başbakan’ın silah bıraksınlar çağrısı boş bir çağrıdır, ciddiye almıyoruz” dedi.

Silahsızlandırma süreciyle ilgili iktidarın bir vizyonu olmadığı, Oslo’yu başlatıp ondan sonra bu süreci istihbarat faaliyeti olarak nitelendirmesiyle ortaya çıktı zaten. Yani istihbarat faaliyetiyle müzakere birbirinden çok farklı şeyler. Bu algı devam ediyor. Bütün açıklamalarda hala çok ciddi bir perspektif açığı var. Dolayısıyla “olumlu gidiyordu, birden nasıl olumsuz oldu” değil. İktidarın önerdiği çözümle, karşı tarafın talebinin birbiriden gittikçe uzaklaştığını görüyoruz. O yüzden sorunlar çıkıyor.

Açlık grevlerinde hükümetin takındığı “taviz vermeyiz” tutumu uzaklaşmanın bir göstergesi mi? Eksik de olsa, iktidarın “taviz vermem” tutumunu kırması açısından, anadilde savunma hakkı olumlu bir adım olarak görülebilir mi?

Anadilde savunma için biz zaten düzenleme yapıyorduk denildi. Açlık grevi tesirli oldu olmadı bir yana, iktidar yapıp ettiklerini ben taviz vermem üslubu içinde takdim ediyor. Bu da aslında en hafif deyimle iyi bir diyalog yöntemi değil. Kürtçe savunma hakkının tanınmasını olumlu bir adım olarak görebilir miyiz? Esneme açısından, kamuoyunun algısının dönüşmesi açısından evet. Ama yine sorunu çözmekten uzak. Bunlar eğer öncül adımlar olarak algılanırsa anlamlı. Oysa öyle değil, nitekim anadilde savunma hakkının gerekçelendirilmesi yine eski hukuki algı içinde oluyor. Oysa Kürtlerin ana dil talebi, Kürtçenin kamu dili olması talebi, çok daha başka bir çerçeveyi dikkate almayı gerektiren bir talep, yeterince hizmet alamamakla sınırlandırılacak bir talep değil. Oralarda işte ciddi yol ayırımları var.

Geldiğimiz noktada çözüm mümkün görünüyor mu?

Bu liberal demokratik çerçeve içinde mümkün değil. O yüzden diyoruz ki bir an önce o zemini yeniden kurgulamak üzere Kürt aktörlerle müzakere edilmesi, tekrar bunun parlamenter demokratik zemine, yeni çerçeve kurulacak hale getirilmesi lazım. Boşu boşuna da konuşmayalım. Yani mevcut yasaları çalıştırırsanız evet bütün verilen kararlar, fezlekeler vs. meşru olur. Ama zaten en önemli şey, yasal olanla meşru olanın arasındaki makasın açılmasıdır. Türkiye’de bir sistem krizi var çünkü yasal olanla meşru olanın arası açılmış. Dolayısıyla meşru olan yasal değil, suç. O zaman toplumun bir kesimi ile barış içinde olmanızın imkânı kalmıyor çünkü onların gözünde meşru olanı siz suç sayıyorsunuz. İşte buyurunuz Terörle Mücadele Yasası, buyurunuz Öcalan konusu, buyurunuz PKK konusu, siyasi operasyonların devam etmesi, terörle mücadele mantığının hepsi. Efendim “Türkiye’de yüzde 80 açısından bir meşruluk sorunu yok.” Doğru, ama Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bir sorun var mı yok mu? Oradaki sorun çözülebiliyor mu yüzde 80’in bu metotları meşru görmesiyle? Çözülemiyor.

SİYASİ İSTİKRAR VARSA İKTİDAR NİYE GERGİN?

Başbakan “araştırma yaptırdım, halk da başkanlık istiyor” dedi. Aynı şeyi idam ve başka başlıklar için de söylüyor. Muhafazakâr demokrasi algısı böyle mi oluyor?

Nasıl bir demokrasi algısından önce Erdoğan’a şunu sormamız lazım; “halkın yüzde 85’i idamı destekler” diyor, doğrusunu sorarsanız gerçeğe yakın bir tespit olduğunu düşünüyorum. İnşallah öyle değildir! Fakat demokrasi dediğimiz şey -- sadece idam konusunda değil her konuda- sadece çoğunluğun temsili üzerinden gerçekleşebilecek bir şey değil. Demokrasinin aynı zamanda bir esprisi var. O da ne? Farklılıklara saygı. Çünkü toplumsal barış, demokrasi için kilit bir kavramdır ve toplumsal barış çoğunlukçu zihniyetle olmaz. Hele de bizim gibi toplumsal çatışma fay hatlarının çok derin olduğu, özellikle Kürt-Türk, muhafazakâr-laik, Sünni-Alevi gibi bazı konularda gerilimin çok olduğu toplumlarda… Yüzde 52 alıyorsunuz, bir parti için çok ciddi bir toplumsal destektir bu, üstelik canı gönülden bir destektir. Ama böyle ciddi bir toplumsal desteği hem sayısal olarak, hem atmosfer olarak temsil eden bir iktidar, Türkiye’yi yönetemiyor.

Yönetemediği için mi bu kadar gergin?

Evet, Başbakan öfkelidir, iktidar gergindir, oysa siyasal istikrar var, değil mi? Türkiye’de beklenen bu idi. “Koalisyonlar bitecek, dertler gidecek.” Beklenen oldu, oy oranları arttı, azalmadı. İktidar istediklerini yapabiliyor, bunlara rağmen demek ki yönetilemiyor. Buna yönetme krizi denir. Yani bu kadar çoğunluğa rağmen ve aktif desteğe rağmen Türkiye’de bir büyük kriz var ve bu sorunun cevabını veremediği veya bunu kavramak istemediği, kavrayamadığı için bütün meseleyi dönüp dolaştırıp Kürt meselesine çeviriyor.

YENİ OTORİTERLİK DAHA CAN ACITICI OLABİLİR

Erdoğan’ın her konuda otoriter dayatmalarda bulunması özellikle AKP yanlısı yazarlar tarafından izah edilmeye çalışılıyor şu sıralar… Örneğin Fehmi Koru, Erdoğan’ı çocuklarının üzerine titreyen bir babaya benzetti. Ne diyorsunuz?
Siz siyasete lider, lideri de o toplumun babası, koruyucusu, kollayıcısı, işte onun suyuna gidilmesi lazım, o zaten herkesin çıkarlarını herkesten daha iyi bilir, savunur yaklaşımından bakarsanız bu sıradan bir otoriter siyaset anlayışı tarifidir. Bu yaklaşımla bir yere gidilmeyeceği, gittikçe katılaşan bir otoriter siyasal atmosfer ve sistemle karşılaşacağımız belli. Sadece Kürt meselesini değil, Türkiye’nin siyasal sorunlarını bu otoriter siyasal çerçeve içinde çözmenize imkân ve ihtimal yok.

Başbakan, askeri vesayet sistemini ortadan kaldırdık iddiasını sürdürüyor ama geldiğimiz nokta açısından, muhafazakâr otoriter zihniyetle, Kemalist otoriter zihniyet arasında bir fark var mı?

Aynı şey demem çünkü her ideolojinin kendi vurguları var. Ama Türkiye bir otoriter yapılanmadan öbürüne geçti. Bir farkla; Kemalist otoriter siyasi atmosfer zayıflamıştı. Her ne kadar kurumları, derin devleti, kirli işleri direndiyse de en azından toplumsal meşruiyeti gittikçe zayıflıyordu. Nitekim öyle olduğu için de muhafazakâr bir yükselişle karşılaştık. Bu yeni otoriterlik ciddi bir toplumsal desteğe dayandığı için daha can acıtıcı olabilir ve daha karanlık bir tablo ortaya çıkarabilir. Siyasal istikrarsızlık dediğimiz şeyin de olumsuz sonuçları oluyordu, ama bir şekilde güçler dağılıyordu. Sağlıklı demokratik güçler dağılımının olmadığı bir toplumda koalisyonlar şeklinde dağılıyordu. Bunun fazladan olumsuz tarafları vardı ama diğer taraftan nefes alanları çıkarıyordu hiç olmazsa. Öyle olduğu içindir ki muhafazakâr kesim de kendini örgütleyebildi, her şeye rağmen direnebildi ve siyasal iktidara gelebildi. Diğerinde ise yani toplumsal meşruiyeti güçlenmiş bir otoriter rejim bir toplum için daha bir cenderedir.

GÜL VE ERDOĞAN ARASINDA GÖRÜŞ FARKI YOK

Gül ile Erdoğan çatışması konusu dokunulmazlar nedeniyle yeniden gündemde. Siz bir çatışma görüyor musunuz ve bu neden bu kadar kışkırtılıyor?

Bu da demokratik atmosferden otoriter atmosfere gidişe ilişkin bir şey. Siyasetin sınırlarını çok daraltırsanız o zaman bütün iktidar savaşları o dar alan içinde olur. Yani tek parti rejimlerinde ne olur? Parti içi gerilimler olur. Bizim yaşadığımız da o. Biz tek parti rejimi içerisine sıkışmışız ve onun içerisinde “acaba onunla çatışır mı, çatışırsa ne olur”u konuşuyoruz. Bizim siyasi muhayyilemiz böyle bir yere indirgenmiş vaziyette. Vizyondan falan bahsetmiyoruz; “Gül daha ılımlı”, “o kaşını kaldırdı, öbürü gülümsedi” filan gibi, “şahıslar, gruplar içerisinde bir çatışma, kırılma olur mu”dan bahsediyoruz. Gerek Erdoğan’a, gerek Fetullah Gülen cemaatine, gerek Abdullah Gül’e ilişkin yorumlar “birisi bunu düşünüyor, diğeri bunu düşünmüyor” gibi bir şey değil ki! Dar bir alana sıkışmış siyaset alanının içerisinde şahsi gerilimleri, grup gerilimlerini, siyasetin bunlara indirgendiği bir ortamı konuşuyoruz. Bunun kendisi zaten başlı başına bir sorun. Kürt meselesi söz konusu olduğunda da üslup dışında Sayın Cumhurbaşkanı’nın Kürt meselesine başka türlü baktığının hiçbir işareti yok.

HEM BAŞBAKAN HEM CUMHURBAŞKANI OLMAK İSTİYOR

Başkanlık sistemi anayasa komisyonuna geldi; Amerikan tipi, Türk tipi, yok ikisinin sentezi tartışmaları da sürüyor. Erdoğan’ın Başkanlık sistemini neden istediği sorusuna sizin yanıtınız ne?

Bu soruya en güzel cevabı BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş verdi. Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak istiyor bunu biliyoruz. Ama bu kadar değil, Başbakan da olmak istiyor! Her ikisini birden ancak başkan olarak elde edebilecek. Yani neredeyse bu kadar basit veya neredeyse bu kadar kaygı verici. Çünkü bunlar sadece bir şahsın eğilimleri ile açıklanabilecek şeyler değil. Siyasi sistemin otoriterleşmeye giden yolları bunlar. Amerikan sistemi dediğiniz şey bile çok tartışmalı bir konudur. Ve bu tartışmalar içinde demokrasi standartları açısından ağırlıklı kanaat, başkanlık sisteminin otoriter rejimlere yol açtığıdır, Amerika dışında hiçbir başarılı örneğinin olmadığıdır, tarihsel olarak. Kalkıp ABD’yi bile oradaki denge mekanizmalarını, güçler ayırımı mekanizmalarını da fazla görüp Türk tipi yaparsanız, bu aslında sorumlulukları az, yetkileri çok otoriter bir rejim istiyorum demektir.

MESELE İŞKENCECİ İLE DEĞİL İŞKENCE İLE YÜZLEŞMEK

Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu raporunu tamamladı. Başkan Nimet Baş, kara kutunun açıldığını söylüyor. Öyle mi oldu sizce?

Olmadığı gibi bakın, darbelerle yüzleşmenin uzun uzun muhasebesini yapmamız lazım. Yoksa içinde bulunduğumuz hali tarif edemeyiz. İşkenceci ile yüzleşme denilen dönemde, başbakan topluma havale ediyor idamı geri getirmeyi. Demek ki zihniyetimizde bir değişiklik olmamış. İşkenceci ile değil, işkence ile yüzleşmek mesele. Veya militarizm. Askerlerle sivillerin ilişkisi, birinin daha üstte diğerinin daha geride olması meselesi değil militarizm. Bundan daha önemli bir şey. Siz toplumsal sorununuzu askeri yöntemle çözüyorsunuz, tamamıyla askerileşmiş medya ortamı ve siyaset ortamı var. Ee, üç tane askerle yüzleşmek, yargılamak, militarizmle yüzleşmek olabilir mi? Olamaz. Yüzleşmeler mağdurla zalim karşı karşıya gelsin diye yapılmaz. Yüzleşmeler toplumun zihniyetle yüzleşmesi ve onu değiştirmesi için yapılır.

AÇLIK GREVLERİNİN SES GETİRMEYECEĞİNİ DÜŞÜNMÜŞTÜM, YANILMIŞIM

Aydınların sorumluluğuna değindiniz. Açlık grevleri süreci, eleştirdiğiniz aydın tavrını da değiştirdi mi?

Evet, değiştirdi. Ben açlık grevlerini başında eleştirdim. Yani benim gibi bir burjuva aydınının içine sindirebileceği bir şey değil. Ama benim gibi burjuva aydınlarına kalsa, zaten birçok siyasal mücadele gerçekleşmezdi! Sadece insan hayatının ortaya koyulması trajedisi ile yüzleşememek değil, ben bunun etki alanının kısıtlı kalacağını, görmezden gelineceğini ve bir sürü insanın hayatının heba olacağını düşünmüştüm. Çok şey öğrendim. Genel olarak Kürt siyasal mücadelesinden çok şey öğrendim. İnsanların direnme mücadele biçimleri, iradeleri açısından da bana umut veriyor. Açlık grevlerinin ses verebileceğini düşünemedim. Medya bunu görmeyecek, insanlar hayatlarını kaybedecek gibi baktım. Ama muazzam bir tesir yarattı. Demek ki, bizim yine de içimize sindiremediğimiz bu direnme biçimi önemli bir politik araçmış.

Açlık grevi ile yakalanan dinamizm, Kürt sorununun çözümü için baskı oluşturmaya devam eder mi?

Fezlekeler konusunda devam eder. Fezlekeler gerçekten yürürlüğe konur, dokunulmazlıkların kaldırılmasına giderlerse, bu çevrenin yani açlık grevleri ile daha dinamize olan çevrelerin, aydınların yine aynı şekilde devam edeceğini ve bir demokratik baskı oluşturmaya devam edeceğini ve bu baskının canlı kalacağını düşünüyorum.

CHP’DEN ÇÖZÜM BEKLEMİYORUM

MHP’yi bir yana bırakırsak, CHP’nin bütün bu süreçlerdeki tutumunu nasıl yorumluyorsunuz? Ve CHP içindeki Kemalist kanat-sosyal demokrat kanat mücadelesini?
İktidar partisi için söylediğim her şey, hemen hemen muhalefet partisi için de geçerli. Yine orda da bir takım şaiyalar, yani bir takım adamlar daha demokratmış, Kürt meselesine daha farklı bakıyorlarmış, bunu biliyoruz. Böyle insanlar var evet, biliyoruz. Fakat önemli olan bu değildir ki siyasette. Yani ben falanı tanırım, çok demokrattır, ulusalcı çizgiye uzaktır ama maalesef onlar ağırlıktalar falanla yani bu bir mazeret değil. Bu arkadaşlarımız, ya partilerini ikna edecekler ortak bir noktaya doğru gidilecek ya da açıkça muhalefet edecekler. Bizde bu hep bir kırılma olarak görülür. Oysa kendi partisine hakaret etmek dışında insanlar kendi farklı fikirlerini kamuoyuyla paylaşabilmeli. O zaman o parti de belki daha iyi yol alır. Fakat bunlardan çok çekiniliyor. Böyle olunca muhalefet partisinden çözüm veya katkı bekleyemiyoruz. Ben bekleyemiyorum.

AKP’DEN DERİN DEVLET SORGULAMASI BEKLEMEK SAFLIK

Hrant Dink'in 301. maddeden aldığı cezada imzası bulunan hâkimlerden Nihat Ömeroğlu’nun Kamu Başdenetçisi (Ombudsman) seçilmesi ne anlama geliyor?

Hrant, herkesin üzerinde hassasiyetle durduğu biri olduğu için bu seçimin altını çizmek lazım. Yapılan tercih, yüzleşme meselesindeki en son, en çarpıcı örnek. Kürt meselesinde de öyle, başka meselelerde de. Bu iktidarın kapsamlı bir yüzleşmeye hazır olmadığını düşünüyorum. Veya böyle bir niyeti olmadığını… Bu samimiyet-samimiyetsizlik değil, devlet algısı; siyaset algısı dolayısıyla. Sadece kendisine yönelen baskılarla mücadele, demokrasiyi muhafazakârların özgürlüklerinin tecelli etmesi şeklinde gören bir iktidar… Fazlasıyla devletçi, fazlasıyla militarist. Bunları nasıl görmezden gelebiliriz?

Ayrıca şunu da unutmayalım, en karanlık yıllar Refah-Yol hükümeti yıllarıdır. Çiller de “ben o zaman taze gelindim, nerden bilebilirdim çeteleri” filana sığınabildi. Refah-Yol’un diğer ortağı da şu andaki iktidarın liderleri olan politikacılardı. Bunlar çocuk değillerdi, Sayın Cumhurbaşkanı o zaman devlet bakanıydı. Bunları hatırlayalım. Bu nedenle, derin bir devlet sorgulamasını beklemek saflık değilse de aydın tembelliği, havaleciliği. Bizim demokratlarımız, liberal sol arkadaşlarımızın, yapmaları gereken mücadeleyi hep birilerine havale etmek gibi bir alışkanlıkları var. Düşünce konforlarını korumak gibi bir alışkanlıkları var ve bunun çok ağır bedelleri var. İçinde yaşadığımız atmosferin sorumlularından birinin de bu yaklaşım ve bu aydın tavrı olduğunu düşünüyorum net bir şekilde.

KENDİMİ TEKRAR ETMEK İSTEMİYORUM

T24’e yazdığınız yazıda, “Yazı yazmıyor olmak, benim için hayra vesile oldu. Karanlık gidişin biraz da olsa dışında kalmak, uzaktan bakmak kanaatlerimi ve durduğum yeri gözden geçirmek için fırsat verdi” demiştiniz. Bu hissiyat devam ediyor mu? Okurlarınız sizi yakın zamanda düzenli okuma şansı bulacak mı
?

Sürekli yazı yazacak bir yer aramıyorum. Neden aramadığımı da söyleyeceğim ama önce Birgün konusuyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Birgün’deki arkadaşlarla da konuştum. Böyle bir demokratik muhalefet çerçevesi olursa katkı sunmak isterim. Birgün veya başka bir şey. Politik olarak bizim konumumuzdaki insanların, “ay artık sıtkım sıyrıldı falan”a hakkı olmadığını düşünüyorum. O yüzden aklımın yattığı bir çerçevede mutlaka bir katkı sunmak isterim. Canım yazı yazmak istese de, istemese de. Kendimi tekrar etmek gibi can sıkıcı bir şey olacağını düşünsem de. Ama bu son olayda gerçekten de tam tamına sadece bu sınırlar içinde bıraktığım bir şeyi, oldubittiye getirmeyi çok yanlış buldum doğrusu. Yani sadece reklâm kampanyasından bahsetmiyorum. Emrivaki hiç hoş bir şey değil. Belki de arkadaşlar bunu böyle algılamadılar. Eminim de öyle. İsmi zikredilen arkadaşlar çok sevdiğim insanlar ama onlar da müstakil insanlar. Her konuda tıpa tıp aynı düşünen insanlar değiliz. Böyle ortamlarda toplu olarak bir şey yapılmasını, hele de “bunlar muhalif” başlığı altında sunulmasını doğru bulmuyorum.

Bir yerde demokratik bir muhalefet yapılıyor gibi bir ortam oluyorsa yazmak isterim. Diyeceksiniz, merkez medya da yazıyorsunuz da niye öbür yerlerde yazmıyorsunuz? Merkez medyada çok da titizlenmemek lazım. Ben merkez medyaya aslında çok az yazdım. Çünkü merkez medyayla bizim gibi insanlar arasında doku uyuşmazlığı olur. Ama bizim gibi insanların, kendi ayrı alanları da olur. Yoksa mesela IMC’de program yapıyorum. Fakat bunun benim için çerçevesi belli. Bir kere çok tekil davrandım. Bir grupla, heyetle beraber “bütün muhalifler gidelim IMC’de bir şey yapalım” değildi. Ben kendi muhasebemi yaptım ve Kürt meselesinin rahatça konuşulabilir bir yer olması açısından özellikle de yapmak istedim. Hiç yanlış anlaşılmasın, alternatifsiz kalmaktan değil. Hiç yapmayabilirdim. Çünkü oralarda görünür olmuyorsunuz. Merkez medyadaki getirilerin hiçbiri olmuyor. Ama ben siyaseten doğru olduğunu düşündüğüm için o programı yapıyorum.
Yazı yazmak konusunda isteksizliğim ise şu: Kendimi tekrar etmek durumunda kalabileceğim bir atmosferdeyiz. Çünkü o kadar aynı şeyler dönüp dolaşarak ve koyulaşarak karşımıza geliyor ki. İkincisi “ben dememiş miydim” demek istemiyorum. Bu bana uyan bir şey değil. Ama yani Ergenekon davası için “bu durum otoriterliğe gidiyor” diye üç sene önce söylediğimde Ergenekoncu ilan edilmiştim. Bunların olduğu böyle bir yazı atmosferinde “ben zaten söyledim” demek durumunda ister istemez kalıyorsunuz.

Kaynak: Evrensel Gazetesi
 
 
   
 
kurdistaninnartaneleri.de.tl