Kurdistaninnartaneleri
  Seyx Said Isyani
 
 
"DİN'İM VE MİLET'İM İÇİNDİR"
 
 
"ARKAMIZDAN AĞLAYIP DA ZALİMLERİ SEVİNDİRMEYİN. 
KIYAMIMIZI İYİ ANLAYIN VE BİZDEN SONRAKİLERE ANLATIN"
 
Şeyh Said Isyanı
 
Muhammed Salih Pirani'nin kaleminden 60 sayfalık, kitap tadında bir çalişma.
 
 
 
 
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
ÖNSÖZ
 
Kürt isyanları hakkında, bugüne kadar; sayısız makale, röportaj, araştırma yazısı ve pek çok da kitap yayımlandı. Yazdıklarına karşılık hayatının yarısını cezaevinde geçirerek bedelini ödeyen İsmail Beşikçi, Mehmet Bayrak ve benzeri birkaç kalemi hariç tutarsak öteki çalışmalar birbirinin tekrarı ve benzeridir.
Bu araştırma için yaklaşık kırk eser inceledim. Neredeyse hepsi ‘resmi tarihi’ yaratanları gözeten, muhafızlarının görüş ve bakışını pekiştiren, ama ezilenleri bir kez daha mahkûm eden, tek yanlı, tek sesli, tek bakışlı eserlerdir. 
Şeyh Said isyanının gerekçesi fazlasıyla çarpıtılmış kendisi olmaktan çıkarılmıştır. Bu isyanın bu kadar ucuz bir olay olmadığı Diyarbakır Meydanı’nda yan yana dizilmiş kırk yedi sehpadan da aklı başında olan her insan sanırım anlar. 
GİRİŞ
 
Kürt sorunu yüzyıllardan daha uzun bir süredir Yakın-doğunun politik yaşamının sahnesinden inmiyor. Kürt isyanları, yaşadıkları ülkelerin toplumsal yaşamını sürekli olarak meşgul ediyor. 
Kürt halkının özgürlük mücadelesi tarihinde en önemli yeri 19. yüzyıl olmaktadır. Halkın özgürlük mücadelesinin gelenekleri bu yüzyıl ortalarında yer almakta, bu hareketin büyümesinin karakteristik çizgileri ve yönelimleri Kürt ulusal hareketini çizmektedir ancak konunun Şeyh Said isyanı ile sınırlı olması genel bir değerlendirme imkânı bırakmamaktadır. 
Türkiye’de 1925 yılında patlak veren Kürt ayaklanması, Kürtlerin mücadele hareketinin tarihinde önemli yer tutar. Daha sonra “Şeyh Said ayaklanması” adını alan bu harekete hazırlıklar 1920’li yılların başında başlatıldı. Kürt gizli gruplarının faaliyetlerini etkinleştirmesi sonucunda, daha 1923 yılının mayıs ayında bu grupların Kürdistan İstiklal Komitesi ( Azadi ) yönetiminde bir örgütte birleşmeleri olanağı yaratıldı. Gizlik temelinde bu örgüt, her biri beşer kişiden oluşan hücrelerden ibaretti. Grup üyelerinden her birinin kendi rütbesi ve gizli adı vardı grup üyeleri yalnız kendi eşlisini biliyor ve diğer grup üyelerinden yalnız biriyle ilişkide bulunuyorlardı. 
Komitenin başı Albay Cibranlı Halit Bey’di. Albay Cibranlı Halit Bey, kısa sürede Mutki aşireti reisi Hacı Musa Bey ( 1919 yılında Erzurum kongresinde seçilen Heyet-i temsiliye’nin eski üyesi), Hasenanlı aşireti reisi Hasenan Halit Bey ve başka Kürt aşireti reisleriyle ilişkiler kurmayı başardı. Komite orduda da örgütlerini kurdu ve subayların bir bölümünü kendi tarafına çekti subaylar arasında Irak’tan gelme olanlarda vardı. Bu durum Bağdat ve Halep ile ilişkiler kurulmasına yardımcı oldu. Kürdistan İstiklal Komitesi yönetimi yürüttüğü faaliyetlere, yerel yöneticilerin, ayrıca Türkiye’nin doğusunda yaşayan etkili şeyhlerin desteğini sağlama uğrunda çaba harcıyordu. Türkiye de etkili olan Şeyh Said, komitenin özellikle dikkatini çekti Şeyh Sait’in zenginliği ve nüfuzu komite üyelerinin, onu kendi taraflarına çekme kararına varmalarında büyük rol oynadı. 
Yusuf Ziya1 1923 yılının yaz mevsimi sonlarında şeyh Sait ile görüşmek üzere Hınıs’a gitti, orada, Kürt ayaklanmasının örgütlenmesi hazırlılarına destek sağlaması ve karşılıklı bilgi iletilmesi konusunda bir anlaşma imzalandı. 
Komite üyelerinin bu faaliyetlerinden, kuşkusuz, Türk yöneticilerinin dikkatinden kaçması olanaksızdı. Türk yetkililer, Mustafa kemal paşanın verdiği bir emir üzerine 1924 yılının ekim ayında Yusuf ziya’yı, aralık ayında ise Cibranlı Halit beyi tutukladılar ve askeri mahkemeye teslim etmek üzere, sıkı güvenlik önlemleri arasında Bitlis’e gönderdiler. Bundan sonra heyet-i temsiliye'nin eski üyelerinden hacı Musa Bey de tutuklandı ve daha başka etkin üyelerin tutuklanması için önlemler alındı. Cibranlı Halit beyin tutuklanmasından sonra, şeyh Sait Kürdistan istiklal komitesinin başkanı seçildi. 
Bir Nakşibendî şeyh’i olan şeyh Sait bölgede tanınan zengin ve etkili bir şahsiyetti. Hayvancılıkla uğraşan şeyh Said’in büyük sürüleri vardı. Her yıl Halep’e koyun satmak için giderdi dolayısıyla Erzurum-Halep güzergâhında çok fazla taraftar toplama şansına sahip oldular. Ziyaret ettiği yerlerde vaazlar veren şeyh, başkanı olduğu komitenin propagandasını yapma fırsatını buluyordu. Azadi komitesinin etkin üyelerinin yakalanması şeyh’i merkezi İstanbul’da olan Kürdistan teali cemiyetiyle ilişki kurmaya sevk etti. Şeyh Said bizzat kendisi İstanbul'a gidemiyordu. Ancak, oğlu Ali Rıza'yı göndererek temaslar sağlayabiliyordu. Ali Rıza, İstanbul’da Kürdistan Teali Cemiyeti başkanı Seyit Abdulkadir'le görüşmeler yaparak tekrar babasının yanına dönerdi. Şeyh Sait bu temaslardan sonra Kürdistan teali cemiyetiyle ilişkilerini geliştirmeye başladı. 
Kürdistan Teali Cemiyeti; İstanbul Cağaloğlu’nda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Umum müdürü Dr. Abdullah Cevdet Bey'in apartmanında Seyit Abdulkadir ve arkadaşlarınca 1918 yılı eylül ayında kurulmuştu. 
Cemiyetin Kürtçe ve Türkçe yayınlanan “Jin” adlı dergisi vardı. Ayrıca Mevlana zade Rıfat'ın “Serbesti” gazetesi de Kürt Teali Cemiyeti’nin görüşlerini savunuyordu. Kürt Teali Cemiyetini “Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti”nin kuruluşu izledi. 
Osmanlı imparatorluğunda ilk yasal Kürt örgütü Diyarbakır'da 1908 yılında kurulmuştu. Örgütün adı “Osmanlı Kürt İttihad ve Terakki Cemiyeti”ydi. Aynı yıl İstanbul'da “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” kurulmuştu bunun başkanı da Seyit Abdulkadir seçilmişti. 
1918 yılında İstanbul'da “Kürdistan Teali Cemiyeti” ile “Kürdistan Cemiyeti”, 1919 yılında “Kürt Neşri Maarif Cemiyeti” ve “Kürt Heyvi Cemiyeti”, “Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti”yle “Kürt Talebe Heyvi Cemiyeti”kurulmuştu. Bu cemiyetlerin hepsinde Seyit Abdulkadir etkindi. 
Seyit Abdulkadir, Şemdinlili Ubeydullah’ın oğluydu. Peygamber soyundan gelen Nakşibendî şeyhi Ubeydullah, İran'da bir Kürt Devleti kurmak için ayaklanmış, 1879 da başlayan bu ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Abdullah Taif'te sürgünde yaşamış, sonrada İstanbul'a gelip yerleşmişti Seyit Abdulkadir Kürtler üzerinde oldukça etkisi fazlaydı. Ayan Meclisi üyeliği yapan Abdulkadir, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın da kurucularındandı. Seyit Abdulkadir 4 Mart 1919 tarihinde kurulan I.Damat Ferit Hükümeti'ne de Şurayı-ı Devlet reisi ( Danıştay Başkanı) olarak girmişti. 
Bu genel açıklamalardan sonra Şeyh Sait ayaklanmasını hangi başlıklar altında yazmaya çalışacağım hakkında kısa ve öz bir çerçeve çizmek istiyorum. 
İkinci bölümde; Şeyh Sait’in ayaklanmaya başladığı ana kadarki çalışmaları hakkında bilgi verilmektedir. Şeyh Sait’in nasıl bir eğitimden geçtiği, Kürt ulusal mücadelesine nasıl dâhil olduğu, Seyit Abdulkadir ile ilişkisini nasıl geliştirdiği, Atatürk'ün bahsettiği Özerk Kürdistan fikrinin nasıl bir etki yaptığı ve Şeyh Sait’in Azadi Cemiyeti ile ilişkisini geliştirip mücadelenin direk muhatabı nasıl olduğu hakkında bilgi verilmiştir. 
 
Üçüncü bölümde; şeyh Sait’in artık etkin bir kişilik olarak halkla nasıl temasa geçtiği ve ne kadar başarılı olduğunu belirttim. Şeyh Sait’in halktan aldığı büyük destek ile mayıs ayında ayaklanmaya karar vermiş ancak devletin tahriki ile ayaklanmanın şubat ayında nasıl başladığı dolayısıyla Piran'da patlayan ilk kurşun ve ardından ele geçirilen Darahıni( Genç) Bingöl, Elazığ, Hani ve Maden mücadeleleri hakkında bilgi verilmiştir. 
İKİNCİ BÖLÜM
 
 
 
 
 
ŞEYH SAİD
 
Şeyh Said’in kökleri üç kuşak ötede, dedesi Şeyh Ali ile bölgede din sahnesine çıkıyordu. 
Şeyh Ali, Mevlana Halid’in öğrencilerindendi. Bağdatlı lakabıyla da tanınan Mevlana Halid, 1776-1827 yılları arasında yaşadı. Nakşibendî şeyhi ve Nakşibendî tarikatını Kürtlere aşılayan kişiydi. Şam’da oturuyordu. Ama Kürtler arasında ve İstanbul’da etkin bir taraftarı vardı. Mevlana Halid şairdi. Şiirlerinden derlenen Divanı, ölümünden sonra 1844 yılında İstanbul’da yayınlandı. Şeyh Ali, Mevlana Halid’in Şam’daki dergâhında eğitim gören öğrenciler arasında özel olarak ilgilendiği 118 gençten biriydi. Bir öteki ise Seid Abdulkadir’in dedesi Seid Taha idi. Daha sonra mantık, felsefe, matematik ile din bilgisi konularında özel eğitime tabi tutulup, üst düzeyde bir programla yetiştirilen Nakşibendî halifesi oldular. Değişik bölgelerde görevlendiler. 
Mevlana Halid, Şeyh Ali’yi Diyarbakır’ın Lice ilçesine gönderdi. Genç şeyh orada imamlığa başladı. Birkaç yıl sonra oradan ayrılıp kuzeye geçti. Palu’nun Kelhası ve Ekrak köylerinde imamlık yaptı. Şeyh Ali Kelhası’da evlendi ve aile hayatına karıştı. 
Şeyh’in; Mahmut, Hasan, Hüseyin ve Mehmet adında dört oğlu dünyaya geldi. Şeyh Ali oğullarını da aile geleneğine göre dergâh ve medreselerde okuttu. Mezuniyetten sonra her biri imam olarak bir yana dağıldı. 
Şeyh Mahmut Erzurum’un Hınıs ilçesine bağlı, zamanla büyüyüp kasabanın mahallesi haline gelen Kolhisar Köyüne yerleşip imamlığa başladı. Kolhisar’da evlendi ve burada yedi erkek evlat büyüttü. Şeyh Mehmet Said, Bahaddin, Gıyaeddin, Necmeddin, Tahir, Mehdi ve Abdürrahim. 
Dini dergâh ve medreselerde eğitim gören yedi kardeş arasında Mehmet Said öne çıkacaktı.
Şeyh Said’in doğum tarihi 
 
Kürtler’in, doğumları kayıtlara geçirme alışkanlıkları yoktu. Bu yüzden Şeyh Said’in doğum tarihide belirsizlik taşıyordu. Bazı kaynaklar 80 yaşındayken idam edildiğini belirtiyor. Buna Kürt yazar Musa ANTER’de katılıyor. Ve 80 yaşında idam edildiğini yazıyor. Ancak torunu Abdulmelik FIRAT bir röportajında 61yaşında idam edildiğini yazıyor.2 
Şeyh Said’in şemali 
 
Şeyh; uzun boylu, esmer tenli, narin yapılıydı. Temizlik ve şıklığa özen gösteriyor, gabardin şalvarın üstüne, önü ibrişim işlemeli “Halep işi kırk düğme” yelek ve onun üstüne de pelerin giymeyi seviyordu. Ağarmış, apak olmuş sakalını kınalıyor, kızıl parıltı veriyordu. İslamiyet’te kına ve erkeklerin gözaltına sürme çekmesi sünnetti. O da Kürt erkekleri arasında yaygın olan modaya uyarak, ağarmış sakalını kınalıyor, kirpiklerinin altına sürme çekiyordu.3 
Şeyh Said’in eğitimi 
 
Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din tedrisinden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu. 
1925’te Diyarbakır’daki sorgusu sırasında eğitimi konusunda şöyle diyordu: Muş, Malazgirt ve Palu’da eğitim gördü. Palu’da amcam Şeyh Hasan yanında, Muş’ta Mehmet Efendi, Malazgirt’te Dev Abdülhalim ve Hınıs’ta Musa Efendi’nin yanında Medrese de okudu. 4 
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişinliği” ni eklemişti. 
Kürtlerde sahip olunan koyun sayısı, zenginlik ölçüsüydü. Bu açıdan bakıldığında Şeyh Said varlıklıydı. O sürüye değil sürülere sahipti. Koyun üreticiliğinin yanında “Peze ner” denilen “Kısır koyun” ticareti yapıyordu. Satın aldığı toklu koçları (hogeç), yaz ayları boyuncu Bingöl Yaylalarında otlatıyor; sonbaharda “Aşağı Memleket” diye bilinen Musul, Kerkük, Şam ve Halep pazarlarına götürüp satıyordu. Ticaret nedeniyle Güney Bölgelere yaptığı seyahatler bir bakıma kendisi için dostlukları pekiştirme vesilesi oluyordu. Sürünün ardından, Kürt önde gelenlerini ziyaret edip, konaklaya konaklaya pazar şehre gidiyordu. Dönüşte başka bir yol izleyerek; görüşmeler yapıyor, dostlarıyla buluşuyordu. İlerleyen yaşlarında ticareti büyük oğlu Şeyh Ali Rıza’ya bırakıyor, bu sayede okuma ve toplumsal olaylara daha çok zaman ayırma imkânı buluyordu.
Birinci Dünya Savaşi 
 
1914 savaşının hemen başında Osmanlı Devleti’nin saf dışı kalması üzerine, Ruslar, Hınıs ve yöresini işgal ettiler. Şeyh Said ve ailesi kış ortasında işgalci güçlerden kaçan Kürt kafilelerine katıldı. Sonra, adı “Dicle” olarak değiştirilip Diyarbakır’ın ilçesi yapılan Piran Köyündeki kardeşi Abdürrahim’in yanına yerleşti. 
Piran Kürtçede “Pirlerin Yurdu” anlamına gelir. Köy ve çevresi dağlıktı. Halkı yoksul ama yardımsever, dar günde yardıma koşma geleneğine bağlıydı. Şeyh’in gelişini onurlandırma olarak kabul ettiler. El Birliği ile ona bir ev yapıp yerleştirdiler. Rus işgali sona erene kadar Piran’da kaldı. Zamanını okuyarak geçirdi. Sonra köyüne yani Hınıs’a geri döndü. 
Yakınlarının anlattıkları, resmi kaynaklarında doğruladığına göre Şeyh Said 1910’lardan beri beyni Kürt sorunu ile meşguldü. O yüzden koyun ticaretini bahane ederek at sırtında ta Şam ve Halep’e uzanan uzun yolculuklara çıkıyor, konakladığı yerlerde Kürt sorununu tartışmaya açıyordu. 5
[2] Kadri CEMİL,Doza Kürdistan, ank.1995,Yusuf Ziya; eskiden Bitlis’ten TBMM’ne ilk dönem mebus seçilmiş, Kürt hareketinin yöneticilerinden biri. Tutuklandı sonra asıldı. 
[3] Uğur MUMCU, Kürt-İslam Ayaklanması, Ank.1991, s.48 
[4] Ahmet KAHRAMAN, Kürt İsyanları, İst.2004, s.71 
[5] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.80 
 
 
SEYİDABDÜLKADİR 
 
“Kürdistan Teali Cemiyeti”, İstanbul’da Cağaloğlu’nda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Umum Müdürü Dr. Abdullah Cevdet Bey’in apartmanında Seyit Abdülkadir ve arkadaşlarınca kuruldu. 6 
“Hüseyin Şükrü (Baban) Bey, Dr. Şükrü Mehmet (Sekban) Bey, Muhittin Nami Bey, Baban zade Hikmet ve Aziz Beylerce 1918 yılı Eylül ayında İstanbul’da kurulan Cemiyet Başkanlığına Seyit Abdülkadir’i, başkan yardımcılıklarına Mehmet Ali BEDİRHAN ve Ferik Fuat Paşa’yı, genel sekreterliğe de Baban zade Şükrü’yü getirmişti. 7
Kürdistan Teali Cemiyeti'ndeki bazı şahsiyetler 
 
Eski Hicaz Valisi Mustafa Zihni Paşa, Eski Harput Valisi Kemahlı Sabit, Bediüzzaman Molla Said, Muş Milletvekili İlyas Sami, Kaymakam Abdülaziz, Baban zade Hikmet, Şeyhül İslam Hayri zade İbrahim, Baytar Çivrilizade Mehmet Nuri, Emin Paşa, Dr. Şükrü Mehmet, Mevlana zade Şevki, Kürdistan başyazarı Arvasizade Mehmet Şefik, aynı derginin sorumlu müdürü Mehmet Mihri, Jin dergisi sorumlu müdürü Hamza, Berzencizade Abdülvahid, Hayranizade Kemal Fevzi örgütün ileri gelenlerindendi. 8 
Cemiyetin Kürtçe ve Türkçe yayınlanan “Jin” adlı dergisi vardı. Ayrıca Mevlana zade Rıfat’ın “Serbesti” gazetesi de Kürt-Teali Cemiyetinin görüşlerini savunuyordu. 
“Rozi Kürdistan” ve “Bangı Hak” adlı dergilerde aynı doğrultuda yayınlar yapıyorlardı. Bağdat’ta da “Kürdistan” adlı bir dergi çıkarılıyordu. Kürt Teali Cemiyetini, “Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti”nin kuruluşu izledi. Bu cemiyeti, aralarında Bedirhanzade Emin Ali Bey, Mithat Bey, Kamil Bey, Bediüzzaman Said Bey, Dr.Abdullah Cevdet’in bulunduğu İstanbul’daki Kürt aydınları kurmuştu. 9 
ilk yasal Kürt örgütü 
 
Osmanlı İmparatorluğunda, ilk yasal Kürt örgütü Diyarbakır’da 1908 yılında kurulmuştu. Örgütün adı, “Osmanlı Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti” ydi. Aynı yıl İstanbul’da “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” kurulmuştu. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti başkanlığına ömür boyu başkan kalmak üzere Seyid Abdülkadir seçilmişti.1918 yılında İstanbul’da “Kürdistan Teali Cemiyeti” ile “Kürdistan Cemiyeti”, 1919 yılında “Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti”, “Kürt Talebe Heyvi Cemiyeti”, “Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti” ve “Kürt Milli Fırkası”, 1921 yılında “Kürdistan Teşrik-i Mesai Cemiyeti” ile “Kürt Talebe Heyvi Cemiyeti” kurulacaktı.10 
“Kürdistan Teşrik-i Mesai Cemiyeti” genel sekreteri Palu’lu Kör Sadi’ydi. Kör Sadi’de Seyid Abdülkadir’in en yakın dostuydu. Bütün bu örgütlerin odak noktası Seyit Abdülkadir’in Caddebostan’daki eviydi. 
Seyid Abdülkadir, Şemdinlili Ubeydullah’ın oğluydu. Peygamber soyundan gelen Nakşibendî Şeyhi Ubeydullah, 1881 yılında önce İran yönetimine sonra da Osmanlı Yönetimine karşı ayaklanan müridlerinden oluşan savaşçılarına rağmen bir din âlemi olarak “Kürdistan” adını ilk kez telaffuz edip hak istemiştir.11 
Abdülkadir, babasıyla birlikte bir süre Taif’te sürgünde yaşamış, sonra da İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyid Abdülkadir’in Kürtler üzerinde oldukça büyük bir etkisi vardı. Ayan Meclisi üyeliği yapan Abdülkadir Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın da kurucusuydu. Seyid Abdülkadir 4 Mart 1919 tarihinde kurulan 1.Damat Ferit Hükümetinde de Şuray-ı Devlet Reisi (Danıştay Başkanı) olarak girmişti.12 
Bu dönemde gittikçe gelişen Kürtçülük akımına karşı Osmanlı Hükümeti tedirgin olmuştu.10 Temmuz 1919 günü sadarette hükümet üyeleriyle başlarında Seid Abdülkadir’in bulunduğu Kürt ileri gelenleri arasında bu konuda görüşme yapılmıştır. Toplantıya, hükümet adına Haydari zade İbrahim Efendi, Abuk Ahmet ve Avni Paşalar katıldı. Kürt kurulunda da Seid Abdülkadir, Emin Mehmet Bedir han, Mevlana zade Rıfat, Yüzbaşı Emin ve Binbaşı Avni Bey’ler bulunmaktadır.13 
Hükümet sözcüleri, Abdülkadir ve arkadaşlarını Kürt Devletini kurmakla suçladılar. Abdülkadir ve arkadaşları da Damat Ferit’i Doğu yöresini Ermenilere açmakla! Görüşmelerin sonunda bir uzlaşma noktası bulunmuştu. Özerk Kürdistan!
Yöreye Seyid Abdülkadir’in onaylayacağı valiler atanacaktı. Konunun sınırlarını aşacağından daha detaylı anlatım gereksizdir. İşte İstanbul’da yaşanan bu gelişmelerden, daha bu zamanda Şeyh Said’in haberi vardı. Bunlar hazırlık aşaması sayılabilir. Şeyh Said’i Halep’ten İstanbul’a gelen ve Seyid Abdülkadir ile görüşmeler yapan oğlu Ali Rıza haberdar ediyordu. 
 
[5] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.80 
[6] Metin SEVER, Kürt Sorunu, İst. 1992 s.35 
[7] Uğur MUMCU, a.g.e, s.70 
[8] Uğur MUMCU, a.g.e, s.75 
 
[9] Uğur MUMCU, a.g.e, s.100 
[10] Uğur MUMCU, a.g.e, s.110 
[11] Uğur MUMCU, a.g.e, s.125 a.g.e 
[12] Faik BULUT, İslamcı Örgütler, Ank.1997 s.180 
[13] Uğur MUMCU, a.g.e, s.150 
 
ÖZERKKÜRDİSTAN 
 
30 Ağustos 1922’deki büyük utkudan sonra Gazi Mustafa Kemal 14 Ocak günü bir yurt gezisine çıkmıştı. Yurt gezisinin Eskişehir’den sonraki durağı İzmit’ti. 16/17 Ocak günü Gazi Mustafa Kemal Körfeze bakan tepe üzerindeki “İzmit Kasrı” nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle konuşuyordu.
Mustafa Kemal, Musul ve Kürtler 
 
Akşam gazetesi yazarı Falih Rıfkı (Atay)’nın bir sorusu üzerine Gazi Paşa Musul ve Kürtler konusuna değiniyordu. Mustafa Kemal “Musul” diyordu, “Ulusal sınırlarımız içindedir. Bu ulusal sınır deyişini de ben bulmuştum.”14 
Konuşmasına şöyle devam etmişti:
“… Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi, Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır.” 
Musul’un ulusal sınırlar içine alınmasını gerektiren ikinci nedeni Mustafa Kemal şöyle açıklıyordu. 
“ … İkincisi onur kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…” 
Mustafa Kemal, o gün “Kürt özerkliği” konusuna değinmişti. Ancak, konuşmanın bu bölümünün yayınına 12 Eylül dönemindeki tarih kurumu yetkilileri izin vermemişlerdi. Bu konuşma 2000’e Doğru Dergisi’nce 1987 yılında yayınlanacaktı. 15“Tarih Kurumu-Atatürk ve Devrim Araştırma Merkezi” mührünü taşıyan 1089 giriş numaralı tutanağın 15 sayfası yayınlanmamıştı. Yayınlanmayan sayfalar Gazi Paşa’nın Kürtlere özerlik verilmesi ile ilgili bölümleri kapsıyordu. 
Neler konuşulmuştu o gün?
Atatürk'e Soru ve onun Cevabı
 
Vakit Gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman), Paşa’ya “Kürt sorununa değinmiştiniz” diye giriyor ve yanıtı 64 yıl gizlenen şu soruyu soruyordu. 
“__Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur.”
Gazi Paşa’nın yanıtı şöyleydi:
“__ Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarları için kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede, Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki Kürt adına bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden Erzincan’a, Sivas’a giden Harput’a kadar giden bir sınır çizmek gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.” 
Mustafa Kemal’in Kürt konusundaki gözlemi bu idi. Peki nasıl bir çözüm düşünüyordu? 
“__ Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi BMM hem Kürtlerin hem de Türklerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.” 
1921 Anayasası da 21. Maddesiyle illerin “ Manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olacaklarını söylüyorlardı.” 
Madde şöyle idi: 
“ __ İl yönetimi yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince Evkaf, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek il kurullarının yetkisindedir.” 
 
 
[14] Uğur MUMCU, a.g.e, s.159 
[15] Uğur MUMCU, a.g.e, s.47 
Yazıya bazı ilaver yapılmıştır
 
 
AZADİCEMİYETİ 
 
Milli mücadele başarıya ulaşınca verilen sözler bir yana bırakılarak Kürtlük faaliyetinde bulunan kişi ve kuruluşlar silinmeye başlamıştı. Ancak 1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni bir örgüt 8. Kolordu bölgesinde kuruldu. “Azadi” adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusunda bazı doğulu subaylar oluşturmaktaydı. 16 
Azadi Cemiyeti’nin liderleri Cibran Aşireti ağalarından Halit Bey ile Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Beydi. Halit Bey, Abdulhamid’in Hamidiye Ordusu için kurduğu aşiret mekteplerine devam etmişti. Bu yüzden aşiret liderlerinin çoğunda büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı. Gördüğüm eğitimden dolayı diğer Kürt liderlerinden daha çok milliyetçiydi. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi. TBMM’ne Bitlis milletvekili seçilmişti. Böylece bolca seyahat edebiliyor ve şüphe uyandırmadan pek çok kişiyle temas kurabiliyordu. Cibranlı Halit Bey, Kürt Teali Cemiyeti başkanı Abdulkadir ve Bitlis mebusu olarak TBMM’de bulunan Ziya Beyle, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu. 
Cemiyet için hazırlıkları bir grup subay yaptı. Daha sonra bölgedeki nüfuslu şahıslar kazanılmaya çalışıldı. O sırada 1923 meclisi için seçimler olduğundan Ziya Bey, seçim kampanyası görüntüsü altında bu işi kolaylıkla yapıyordu. Bu arada Azadi Cemiyeti 1924 yılında ilk kongresini yaptı. Katılanlar arasında, Halit Bey’in akrabası olan Diyarbakır’ın doğusunda yaşayan Zaza Kürtleri arasında büyük nüfuz sahibi olduğu için davet edilen Şeyh Said’de vardı. Şeyh çekingen olanları Ankara hükümetinin politikasını şiddetle eleştirerek Kürt bağımsızlığı uğruna savaşmaları gerektiğine ikna etti. 17
Bu kongrede iki önemli karar alındı:
 
Birincisi; bölgedeki bütün aşiretlerin katılacağı bir isyan yapılacak ve bunu takiben bağımsızlık ilan edilecekti. İsyan çok titizlikle planlanacak ve herkes kendisinden beklenen şeyler konusunda tam bilgi almış olacaktı. Bu, uzun bir süre gerektirdiği için Mayıs 1925, isyan tarihi olarak belirlendi. 
İkincisi; dış yardımın gerekli olduğu herkesçe kabul ediliyordu. Yardım yapması beklenen devletler arasında Suriye’deki Fransızlar, Irak’taki İngilizler ve Ruslar düşünülüyordu. Ancak bazı aşiret reisleri ve Hamidiye Alayındaki görev yapan subaylar Rusları düşman bildikleri ve kendilerini Türklere daha yakın hissettikleri için son ihtimali hesaba bile katmak istemiyorlardı. Yazılanlara göre, yine Şeyh Said bunları, Ermenilerle aynı kaderi paylaşmaktansa inanmayanlardan yardım almanın daha iyi olacağı şeklinde değerlendiriyordu. Gürcistan’a bir temsilci gönderildi. Sovyetler, Kürtlerin durumunu anladıklarını fakat yardım edecek durumda olmadıklarını bildirdiler. Daha sonra İngilizlerle temas kuruldu. İngiliz yardımının sağlanıp sağlanmadığı belirgin değildir. 18 
İsyanı organize eden Azadi’nin teşkilatlanma ve dışarıdan destekleyicileri hakkında tutarlı bilgi olmamakla birlikte Azadi’nin en az 18 yerde teşkilatlandığı ve önde gelenlerinin çoğunluğunun ordu ve milli subayları olduğu bilinmektedir. 
Azadi'deki bazı şahsiyetler 
 
En çok bilinen Azadi liderleri arasında şunlar vardı: Cibranlı Halit Bey (Erzurum Merkez Şube Başkanı), Kör Hüseyin Paşa (Haydaran Milisleri Komutanı, Malazgirt Şube Başkanı), Yusuf Ziya Bey (Bitlis Şubesi Başkanı), Cemil Paşa ailesinden Ekrem Bey (Diyarbakır Şube Başkanı), Said Abdulkadir Efendi (İstanbul Şube Başkanı).19 
Bu isyanın başlatılması halinde katılacakları kesin olan aşiret reisleri listesinde ise; Hacı Musa Bey (Mutki Aşireti Reisi ve bir zamanlar Temsilciler Meclisi üyesi), Garzanın Şeyh Selahaddin’i, Pınciran’ın Cemil Çetosu (Bitlisin batısındaki dağlık bölgede, Milan’dan İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmut Bey, Şırnaklı Abdurrahman ve Süleyman Ağaların oğulları vardı. 20
 
[16] Uğur MUMCU, a.g.e, s.48 
[17] Yaşar KALAFAT, Bir Ayaklanmanın Anatomisi; Şeyh Said, Ank.2003 s.107 
[18] Yaşar KALAFAT, a.g.e, s.108 
[19] Yaşar KALAFAT, a.g.e, s.108 
[20] Faik BULUT, Devletin Gözüyle Kürt İsyanları, İst.1991 s.169
 
 
[20] Faik BULUT, Devletin Gözüyle Kürt İsyanları, İst.1991 s.169
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
 
ŞEYH SAİD HALKA KARIŞIYOR
 
Kürtlerin niyetini yakından, ama sessizce izleyen Ankara daha hazırlık aşamasında iken bastırmak üzere, 1924 sonbaharında hareketin liderleri Halit Bey ve Bitlis eski milletvekili Yusuf Ziya Bey’i tutuklamıştı. Sıra etkin liderler Şeyh Said ile Seid Abdulkadir’e gelmişti. 
Ankara, bu işi de gürültü çıkarıp halkı uyandırmadan sessizce yapmak istiyordu. Nitekim Halit Bey’in tutuklanmasından bir süre sonra, Şeyh Said’in Kolhisar’daki evinin kapısını çalıyorlardı. Gelen askerler Bitlis’te tutuklu bulunan Halit Bey’in bazı açıklamalarının bulunduğunu bunların doğruluğunu araştırmak için ifadesine başvurma gereğinin duyulduğunu söyleyerek tanık olarak ifadesinin alınması için Bitlis’e davet ediyorlardı. 
Mevsim kıştı. Kar kalınlığı yer yer metreleri buluyordu. Hınıs’tan Bitlis’e işleyen araç yoktu. Tek yolculuk aracı attı. Atlarınsa, kar denizinde adım atma imkânları yoktu. 
Bu durumda Şeyh Said’in yürüyerek gitmesi gerekiyordu. Şeyh, kar ve kış koşullarını hatırlatarak üstelik grip olduğunu bildirerek, eğer amaç “ ifadeye başvurmaksa” bunu Hınıs’da da yapabileceğini, dolayısıyla Bitlis’e gitmesinin gereksiz olduğunu söylüyordu. 
Yasaya göre uzaktaki dava tanıkları en yakın mahkemede ifade verebiliyorlardı. Şeyh’in yasayı hatırlatması, zorunluluk kapısını kapatmıştı. “Tanıklık etmesi için” kapısına gelenler, Ankara ile temastan sonra, Hınıs’ta ifadesinin alınmasına karar veriyorlardı.21 
Şeyh Hınıs’taki mahkemede ifade verdikten sonra serbest bırakıldı, ama göz hapsinde tutuluyordu. Köyü, evi, yolu denetim altına alınmıştı. Evinin çevresi ajan kaynıyordu. 22 
Yakınlarının anlattığına göre Şeyh, her an tutuklanabileceği ihtimali ile kuşatma altında yaşamaktan rahatsızdı. Evinde, eli kolu bağlı biçimde oturup, kaderini bekleyerek Halit Bey’in akıbetine uğramak da vardı. 
Daha birkaç ay önce Halit Bey Erzurum’daki evinde göz hapsine alındığında “orada oturup insanlarla sohbet edeceğine, halka karış” diye uyaran, Erzurum’dan ayrılmasını isteyen kendisiydi. Şimdi aynı hataya düşmek istemiyordu. 23 
Şeyh Said, kolay av olmaktansa halka karışmaya karar veriyor ve kararını uyguluyordu. 
Halit Bey’de ceza evinden gönderdiği bir mesajla aynı akıbeti yaşamaması için Şeyh’i uyarmıştı. 24 
Melle Selim (Taş), dönemin tanıklarından idi. Kendisiyle yapılan görüşmede, o da Halit Bey’in Şeyh’e mesaj çektiğini doğruluyor. 
Görüşmedeki bu mesajı aynen aktarıyorum;
“Halit Bey cezaevindeyken bir yolunu buluyor, Şeyh Said’e bir mektup yazıp ulaştırıyor. Mektup Kürtçe, mektubunda; Bitlis’e gelmemesini çünkü ifadesini alma bahanesiyle halktan koparıp tutuklamak istediklerini, ele geçmemesi için biran önce Hınıs’tan ayrılıp izini kaybettirmesini öneriyor. Ama mektubun sonraki bölümünde bir başka öneride bulunuyor: Kış vaktinde harekete geçmeyin. Baharı, dağların misafir kabul zamanını bekleyin. O zaman yiğitleri dağa çıkarın.” 
Şeyh Said’in torunu Abdulmelik Fırat ile yapılan bu doğrultuda yapılan görüşmeyi de aynen aktarıyorum: 
“Şeyh Said evinde göz hapsinde. Tutuklayacakları kesin. Her an kapısını çalabilirler. Bunun üzerine, Kol hisar’dan ayrılmaya karar veriyor. Günlerden Cuma. Her zaman Cuma namazını kıldığı Kol hisar camisine gitmiyor o gün. Hınıs’a iniyor. Cemaate namaz kıldırıyor ve hemen ardından da atına binip yola çıkıyor.” 
 
Melle Selim devam ediyor:
“Şeyh Said’in köyünden çıkıp halka karışmasıyla birlikte, isyan hazırlıklarının gizlisi saklısı kalmamıştı. Çalışmalar açıklık içinde yürütülüyordu. Şeyh toplantılarda Türk Devletinin hazırlık ve niyetlerinden haberli olduğunu söylüyor. İlkbaharda ayaklanmak üzere eli silah tutan herkesi silah ve at temin edip beklemesini istiyordu.” 
Şeyh Said’in ayağa kalkması heyecanı artırıyordu. Atlı gruplar, Şeyh Said’den ağa, bey ve şeyhlere haber ulaştırıyor, kimileri köyleri dolaşarak, silahlanıp Şeyh’in emrini beklemelerini bildiriyordu.25 
 
 
AYAKLANMA BAŞLIYOR 
 
 
 
1-Piran’da İlk Kurşun
Piran, Şeyh’in ikinci köyü sayılıyordu. Kardeşi Abdurrahim Piran’a oturuyordu. Kendiside büyük savaş yıllarının muhaceretini Piran’da geçirmişti. 
Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması adındaki kitabında “Piran Olayı”nın başlangıcını şöyle yazıyor: 
“13 Şubat günü, yanında üç yüz atlı ile Şeyh Said, kardeşi Abdurrahim’in evindedir. Şeyh Said’in kardeşi, Piran’da, Mahmut Celeyan (Mehlay Celo) Mahallesi’nde, caminin arkasında, kayalıkların karşısındaki evde oturuyordu. O zamanlar Piran, Eğil bucağına bağlı bir köydü. Eğil bucağı da Genç iline bağlıydı. Genç de şimdiki gibi Bingöl ilinin bir ilçesi değildi; bir ilin adıydı. Altı asker kaçağını yakalamak için görevlendirilen jandarma birliği komutanları Teğmen Mustafa ve Teğmen Hasan Hüsnü,13 Şubat 1925 günü Şeyh Abdurrahim’in köyünü sardıklarından, hem Nakşî Kürtlerin hem Cumhuriyet tarihinin en büyük olaylarından birinin başlamak üzere olduğunu elbette bilmiyorlardı. 
Evin sarıldığını gören Şeyh Said, jandarma teğmenlerine haber göndermişti: İstediğiniz adamlar benim yanımdadır. Şimdi bunları yakalarsanız, benim şeref ve haysiyetimi çiğnemiş olursunuz. Hükümetin kolu uzundur. Bu suçluları istediğiniz zaman yakalayabilirsiniz. Teğmenler şöyle karşılık vermişlerdi: Bizim görevimiz, bunları hemen yakalamaktır. Bu iş için buraya geldik. Yakalayıp götürmek zorundayız.”
Kürt geleneklerinde, kişinin yayındaki kim olursa olsun dokunulmazdı. Onu, düşmanına teslim etmemek, Kürt aristokrasisinde onursallığın gereğiydi.
Şeyh Said, bu yüzden subaylara, “ben köyden çıkıncaya kadar, aradıklarınıza dokunmayın. Ben ayrıldıktan sonra yakalarsınız” demekte, bir bakıma yakasını, dolayısıyla onurunu kurtarmaya çalışıyordu. 
Behçet Cemal, “Şeyh Said” adındaki kitabında anlattığına göre, subayların amacı, “kaçakları yakalamak” değil, Şeyh’i tahrik edip tutuklama gerekçesi yaratmaktı. O nedenle ricasını dinlemiyor, tutuklamakta ısrarcı davranıyorlardı. 26 
Şeyh Said, durumun farkına varmış, tuzaktan kurtulmak için çırpınmış, kaldığı evin sarıldığını görünce, yakın adamlarını uyarmıştı: “Onların istedikleri mesele çıkartmaktır. Sakin durun. Ne yaparlarsa yapsınlar karşılık vermeyin.”27Köyde ortam gerginleşmişti. Şeyh Said, tansiyonu düşürmek umuduyla subaylara yeni bir öneride bulunuyordu:“Mesele çıkarıp olayı büyütmeyin. Yola çıkmak üzereyim. Ben köyden ayrılana kadar herhangi bir davranışta bulunmayın. Ben ayrıldıktan sonra ne isterseniz yapın. Aradıklarını o zaman tutuklayın.” 
Şeyh Said’in bu teklifini reddeden subay; hemen teslim edilmelerini istiyor. 28 
Kürt asıllı Cevat Oktay’ın babası, o zamanda, yörede “Nahiye Müdürü”ydü. Cevat Oktay, babasının anlatımına dayanarak, “ilk kurşun” olayını şöyle anlatıyor:29 
Gerekçe ve olayın şekli ne olursa olsun, silahlar erken patlamış, devlet açısından amaca ulaşılmıştı. 
Şeyh’in yakasını tutan teğmen dâhil birkaç jandarma vuruluyor. Kalanlarsa tutsak ediliyor. Şeyh Said de atına binip Piran’dan ayrılıyor. İlk kurşun, böylece erken isyanın başlangıcı oluyordu. 
2- Ayaklanmada İlk Ele Geçirilen Yer: Darahıni(Genç)
Piran köyünde 13 Şubat 1925’te üçyüz dolayında atlıyla yola çıkan Şeyh Said’in çevresindeki silahlı adam sayısı kısa zaman içinde katlanarak artmış, binleri bulmuştu. 
İsyancılar, yol boylarındaki telefon ve telgraf tellerini kesip bağlantıları kopararak, bölgenin merkezi durumundaki Darahıni’ye doğru ilerliyorlardı. Şeyh Said’in savaş deneyimi yoktu. Fakat iş başa düşmüş, savaş stratejisini de kendisi başlamış ve hayatında eline silah almamış bazı kişileri de komutan olarak atamıştı. Şeyh Said, ertesi gün yayınladığı ilk bildiriyle, tüm Kürtleri birliktelik içinde ayaklanmaya çağırıyordu. Bildirinin altında “Emir-ül Mücahidin Muhammed Said Nakşibendî” imzası bulunuyordu.
15 Şubat günü Şeyh Said, Darahıni(Genç) istikametinde yola çıkınca; yolda kendisine Butyanlı, Mustanlı, Tavaslı, Silavlı aşiretleri katıldı. Genç’te hapishane ateşe verildi. Jandarma birliklerine evlerden ateş açılıyordu. 30
Genç geçici başkent 
Darahıni, kısa sürede Kürt birliklerinin eline geçti. Burası geçici başkent ve hükümet merkezi yapıldı.31 Şeyh, Modan Aşiretinden Faki Hasan’ı vali tayin etti. Sonra güneye döndü ve ilerledikçe daha fazla aşireti etrafına topladı. İsyan, kısa sürede bölgelere yayılıyordu. Haneliler bütün hükümet yetkililerini kasabadan çıkardılar. Hani, isyancıların eline geçmiş, Kürt yönetimler burada da kurulmuş, direklere Kürt bayrakları asılmıştı. 32 
3- Elazığ’a Yöneliş 
Şeyh Şerif, Batı Cephesi komutanı tayin edilmişti. Onun hedefi Elazığ, ardından Malatya ve Dersim’di. Şeyh Şerif, savaş deneyimi olan başlıca komutanlardandı. Daha önce Rus işgalcilere karşı gerilla savaşı vermiş, başarı kazanmış üstün yetenekli biriydi. 33 20 Şubat’ta Palo’nun Şeyh Said’e bağlı Şeyh Şerif komutasındaki birliklerin eline geçmesi, isyancıların maneviyatını yükseltmişti. Şeyh Şerif’in elinde yeteri kadar asker yoktu. Ancak Palolular isyan haberini alınca aşiretleri ile birlikte derhal isyana katıldılar. 
Şeyh Şerif, koca ilçesi bir tek kurşun patlatmadan aldı. 34 Palo düşünce, Elazığ’ın yolu açılmıştı. Hele 21 Şubat’ta 14. Süvari Alayı Hani’de, 2. Süvari Alayı Cizre’de esir alındıktan sonra Şeyh Said birliklerinin ilerlemesi büsbütün arttı. 35 Şeyh Şerif’in kuvvetleri Palo’yu aldıktan sonra asıl hedeflerine, Elazığ üzerine yürüdüler. Elazığ’a doğru yola çıkılırken kendilerine katılan köylülerle Şeyh Şerif’in kuvveti artıyordu. 
Elazığ’a taarruz 14 Şubat sabahı, şafakla başladı. Şehrin Komutanı tedbirleri almış, Elazığ yolu üzerindeki tepelere top, makineli tüfek ve katırlı süvari birlikleri yerleştirmişti. Fakat bunlar Şeyh Şerif birliğine karşı tutunamadılar. İsyancılar, şehrin kapısına dayanmışlardı. Komutanlar mani olmaya çalıştı. Ancak süvari erlerinin kaçışması hayvanların başıboş kalması, tam bir panik yaratmıştı. Komutan Osman Bey adında bir subaydı. Savunmayı şehrin merkezinde yeniden tertiplemek istedi. Bu maksatla daha önce kendisine yardım edeceğini düşündüğü bir kısım halka silah dağıtmıştı. Silah almış bulunanlar ortalıkta görünmediler. Bunun üzerine Osman Bey elinde kalan kuvvetinin teslim alınmaması için şehri tahliye etti. 
Şeyh Şerif komutasında isyancılar Elazığ’ı teslim aldılar. Öncelikle Jandarma Dairesine el konuldu. Hapishanedeki mahkûmlar serbest bırakıldı. 
4-Lice’nin Alınışı 
Darahıni’den sonra sıra Hani’ye gelmiş, Hani de kısa sürede ele geçirilmişti. 
Şeyh Said Hani Bucağı’ndaki Serdi Köyü’ne giderek burada Lice üzerine yürüme planı yapıyordu. Şeyh Said ve Kurmayları savaş planı yapmışlardı. Bu plan gereğince cepheler ve bu cephelerin komutanları da belirlenmişti. 
Çapakçur cephesi, Şeyh Şerif komutasında Çan Şeyhlerinden İbrahim ve Hasan tarafından yönetilecek, Çapakçur ele geçirildikten sonra Göynük Ağalarının da desteğiyle Elazığ alınmıştı. Gazik ve Kiğı Boğazları tutulacak, askerlerin bu yönden gelmeleri engellenecekti. Melakanlı Şeyh Abdullah’a Muş cephesi komutanlığı verilmişti. 36 
Diyarbakır Komutanlığını Şeyh Said kendisi üzerine almıştı. Kardeşi Şeyh Abdurrahim de Maden’deki kuvvetlere komuta ediyordu. Abdurrahim, Maden ilçesinden sonra Siverek’e doğru yol alacak, Siverek’te Şeyh Said’e bağlı Şeyh Eyup tarafından ele geçirilecekti.37 
Şeyh Said, Lice yakınlarında Tilek Mehmet Şerif Hoca tarafından karşılanmıştı. Şerif Hoca, Şeyh Said’den gece Lice’ye girmemesini istemişti. Gece köyde konaklayan Şeyh Said bir ara Lice’ye girmekten vazgeçmişti, tam bu sırada aldığı bir haber kararını değiştirmeye yetmişti. Kardeşi Şeyh Mehdi bir piyade alayının Kıs Ovasında geriletmişti. 21 Şubat günü Lice’nin Hezan köyüne ulaşılmıştı. 38 Aynı gün Lice Kürt birliklerinin eline geçti. 
Önde beyaz bir at üzerinde Şeyh Said, atın başını yaya olarak Lice müftüsü Abdulhamid’in oğlu Said Hoca çekiyordu. Şeyh Said’in sağında Lice müftüsü Abdulhamid, solunda sekreteri Liceli Fehmi, arkalarında da Liceli Molla Mustafa, Butyanlı Ömeri Faro, Lice beylerinden Hakkı ve Hüseyin at üzerinde Lice’ye girmişlerdi. Tutsak aldıkları binbaşı Cemil Bey’de arkalarında at üstündeydi. 39 
Alay ilçe sokaklarında ilerlerken; Şeyh Said’in adı haykırılıyor, atının yelesi öpülüyordu. Halkın büyük bir coşkuyla katıldığı törenden sonra Şeyh Said, Kasım Bey’in evine konuk olmuştu. 40 
Öte yandan Şeyh Abdullah önderliğinde ki güçlerde Varto ilçe merkezini denetim altına alarak Erzurum’a yöneliyordu. 
 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
 
 
İSMET PAŞA’NIN ANKARA’YA GELİŞİ 
Tarih 21 Şubat 1925’i gösterirken, günlerden cumartesiydi. 
O cumartesi öğleyin, şehrin tren istasyonun da belirli bir heyacan göze çarpıyordu. Kalın siyah paltoları içinde, kalpaklı bir takım adamlar oradan oraya koşuşuyorlar, ünüformalı polisler ile askerlerin fazlalığı dikkati çekiyordu. Bazı güvenlik tedbirlerinin alındığı fark ediliyordu. İstanbul treninin gelme saati yaklaştığında yakası veya tamamı kürk paltolu başka adamlarda yavaş yavaş perona gelmeye başladı. Aralarında bakan ve milletvekilleri de vardı. 
İstasyon şimdi bulunduğu yerdeydi. Fakat bir başkent istasyonundan çok basit bir dükkan önünü andırıyordu.41 Derme çatma binalar gar vazifesini görüyordu. Zaten Ankara’nın kendisi, henüz kasaba halinden kurtulamamıştı. İstasyonun tek lüksünü “Şeref Salonu” teşkil ediyordu. O da lüks olsun diye yapılmamıştı. Yeni Başkente yabancı misafirler geliyor, onlardan bazılarını yeni Cumhuriyetin Başkanı bizzat karşılaması gerekiyordu. Şeref salonu bu tür törenlerde işe yarıyordu. 
Saat biri biraz geçmişken istasyon da kaynaşma oldu. İsmet Paşa’nın geldiği kulaktan kulağa söyleniyordu. Mustafa Kemal, otomobilinden inmiş, perona çıkmıştı. Tren istasyona girdi. Katar, son vagonu karşılayıcı grubun önüne gelecek şekilde durdu. Son vagon özel bir vagondu. 
Özel vagonun arka kapısından İsmet Paşa indi. İki adam vagonun önünde birbiriyle hararetli bir şekilde el sıkıştılar. Karşılamaya gelenler arasında; Meclis Başkanı Kazım Paşa, Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik (Renda), Ticaret Bakanı Ali Cenani, İçişleri Bakanı Cemil (Uybadın), Dışişleri Bakanı Şükrü (Kaya) ve milletvekillerinin çoğu karşılamada hazırdı. 42 
Yokluğu fark edilen biri ise, Başbakan Fethi (Okyar) Bey idi. İsmet Paşa Başbakanlık’tan 22 Kasım 1924’te çekilmiş, onun yerine hükümeti Fethi Bey kurmuştu. İsmet Paşa, Amipli Dizanteri hastalığına yakalanınca İstanbul’a dinlenmeye çekilmişti. Ancak, İstanbul’a gidişi daha iki ay olmuştu ki, Mustafa Kemal kendisini acele olarak 20 Şubat’ta Ankara’ya geri çağırdı. 
Ankara, o şubatın ikinci yarısında kaynayan bir kazandan farksızdı. Bir şeylerin dönmekte olduğunu herkes hissediyor, fakat olan bitenleri kimse bilmiyordu. Gazetelerde doğuda cereyan etmiş bir “eşkıyalık olayı” yer almıştı. Ama Cumhuriyet’in Başkentini bu “basit zabıta vakasının” karıştırabileceği kimsenin hatırına gelmiyordu. 
Zaten “eşkıyalık olayı”nın haberi gazetelerin arka sayfalarında, sütunların birinde ufak şekilde çıkmıştı. 
Şeyh Said “13 Şubat’ta, Ergani’nin Piran köyünde, o civara gelen Şeyh Said ile adamları ve köydeki jandarma müfrezesi arasında bir çatışma olmuştu. “Eşkıya”, telefon ve telgraf hatlarını tahrip etmişti. ve telgraf hatlarını tahrip etmişti. Yetişen kuvvetler karşısında ve avanesi kaçmışlardı. Telefon ve telgraf hatları tamir edilmişti. Firarda olan “eşkıya” nın takip edilip yakalanması için gerekli emirler verilmişti.” 
Resmi hikaye buydu.
Bunda telaşlanacak ne vardı ki! Böyle olaylar memleketin birçok köşesinde görülüyordu zaten. Oysa bu ”eşkıyalık olayı”nın memleketin diğer köşelerindekinden farklı olduğunu kimse kabullenmek istemiyordu. Bu, düpedüz ulusal bir başkaldırıydı. Zaten, yıllardan beri Kürt İsyanlarına “eşkıyalık” gözüyle bakan Türk Devletinden başka bir yaklaşım beklenemezdi. 
Mideleri ilk, Cumhuriyet’in “iyi haber alan” Ankara muhabirinin verdiği ek haber bozdu. Cumhuriyet 18 Şubat tarihli sayısının birinci sayfasında tek sütun üzerine, fakat çerçeve içinde şu başlığı kullanmıştı. 
“Şeyh Said maiyeti ile beraber Genç Vilayetinde bulunuyor.” Yani kaçmıyordu. 
Yazı şöyle başlıyor: 
“Ankara muhabiri mahsusumuzdan-17 Piran’daki hadise etrafındaki son malumat berveçhi atidir(aşağıdadır). 
Bilgiye göre Şeyh Said’in mahiyetinde 150 atlı vardı. Asiler Genç ilindeydiler ve kaçıyorlardı. Muhabir devam ediyor: 
“Asileri takip etmekte olan jandarma kuvvetlerinin birkaç gün içinde cezai sezasını (layık olduğunu cezasını) vereceği tabidir. Tahakkuk ettiğine nazaran Şeyh Said ve maiyeti İngilizlerden teşvik ve muavenet görmekteydiler.”43 
Bu nasıl bir “eşkıyaydı” ki, hakkında “asi” kelimesi kullanılıyordu ve bir yabancı devletten yardım görüyordu? 
Doğuda bir isyanın patlak vermiş olduğu söylentileri her tarafta dolaşmaya başladı. Gerçi yukarıdaki haberin yayınlandığı gün,18 Şubat’ta, mecliste iç işleri bütçesi görüşülürken içişleri bakanı Cemil Bey, bir soru üzerine “Genç’te Şeyh Said isminde bir şaki peydah oldu. Taraftarlarıyla beraber ilan-ı şekavet etti. Fakat hükümetimizin ciddi tedabiri (tedbirleri) neticesi olarak pek yakında külliyen tenkil edileceği (tepeleneceği) tabiidir.” Diyor ve gene “şaki” (haydut) tabirini kullanıyordu. Ama artık buna fazla kimse inanmıyordu.
Mustafa Kemal yine poker partisi veriyor
Ankara, siyası dalgalanmalar yaşıyordu. İsmet Paşa’nın da gelmesi şüpheleri büsbütün arttırmıştı. Mustafa Kemal isyanı Ali Fethi Bey’le bastıramayacağını anlamıştı. Mustafa Kemal’in konağında her zaman olduğu gibi yine poker partisi vardı. Davetliler ayrı ayrı masalarda poker oynuyorken Mustafa Kemal’in baş yaveri gizli bir telgraf getirmişti. Telgrafta, “isyanın hızlı bir şekilde büyüdüğü ve Kürtler arasında ciddi yankı bulduğu” yazılıydı. 44 
Mustafa Kemal yaverine, telgrafı o zaman Başbakan olan Fethi Bey’e götürmesini söyler.Yaver telgrafı, Ali Fethi Bey’e götürür. Fethi Bey bir göz attıktan sonra tekrar yavere geri verir ve oyununa devam eder. Mustafa Kemal tekrar telgrafı Fethi Bey’e gönderir. Yine aynı şekilde göz attıktan sonra geri gönderir. Bunun üzerine Mustafa Kemal telgrafı başka bir masada poker oynayan İsmet Paşa’ya gönderir. İsmet Paşa, telgrafı okuduktan sonra oyunu bırakır ve düşünceli bir hal alır. Mustafa Kemal, yanındakilere “işte, İsmet’le Fethi arasındaki fark budur” demiştir. 
 
Elbette büyük bir fark vardı. Çünkü Fethi Bey, daha sonraki konuşmalarında “Kürt halkının kanına elini bulamayacağını” açık bir dille ifade etmişti. Oysa İsmet Paşa, tam Mustafa Kemal’in istediği bir adamdı. Kürtlerin hakkından! ancak o gelirdi. Cumhuriyet’in Kürtlere yönelik “tedip ve tenkil” (yok etme ve bastırma) politikası tam İsmet Paşa’ya uygun bir işti. Fethi Bey Kürtlere yönelik bu politikanın doğru olduğunu inanmıyor ve daha gerçekçi bir yaklaşım sergiliyordu. Bu yaklaşım ise “Genç Cumhuriyetçilerin” işine gelmiyordu. Türk siyasetinde doğru olanlar, her zaman olduğu gibi bu dönemde de diskalifiye edildiler. Bunlardan biri de askeri harekatta alınan sert önlemlere karşı çıkan Kazım Karabekir idi. Karabekir Kürdistan’da kurtuluş savaşı yılları boyunca görev yapmıştı. Kendisi, Kürtlerin bağımsızlık istemlerine kısmen de olsa ılımlı yaklaşıyordu. Mustafa Kemal’in ılımlılarla da işi olamazdı, kendisine şiddet yanlısı insanlar gerekiyordu. Bu şiddet yanlısı ve Kürtlerin kanına elini bulandırmayı kabul edende İsmet İnönü’ydü. 
 
HÜKÜMET DEĞİŞİKLİĞİ 
İsyanın, acil ve şiddetle bastırılması isteyen Atatürk, Başbakan Fethi Okyar’ı yumuşak buluyordu. İsmet Paşa şiddet için aranan adamdı. 
İnönü, tatilini kesip Ankara’ya dönüyor. Evinde önce doğruca Atatürk’e gidiyor ve “elimi masum insanların kanına bulamam” diyen Fethi Bey’i görevden alma süreci başlıyor. Tek parti diktatörlüğüne dayanan parlamentoda “azil” işlemi “demokratik” yöntemlerle yapılıyordu. 2 Mart 1925 tarihinde, aynı zamanda CHP Meclis grubunda olan parlementoya verilen bir güvensizlik önergesi ile Başbakan düşürülüyor, aynı gün İsmet Paşa atanıyordu. 
Terk parti iktidarının resmi yayın organı Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 2 Mart 1925 tarihli sayısında, meclisin on saat süren gizli toplantısında hükümetin düşürüldüğünü haber veriyordu. Gazetenin haberinde şöyle deniliyordu: 
“CHP’de on saat devam eden toplantıda meydana gelen görüşme ve tartışmalar gizli olduğundan, ayrıntıları bizce bilinmektedir. Ancak görüşme ve tartışmaların isyanın şiddetle bastırılmasını isteyen çoğunlukla normal önlem ve hareketlerle bastırılacağını sanan ve yumuşaklık taraftarı olan Fethi Bey ve onunla aynı fikirde olan doğu illeri milletvekilleri arasında geçtiği sanılıyor. Yumuşama ve şefkat taraftarı olan Fethi Bey’in İstiklal Mahkemelerinin oluşturularak isyanı şiddetle “tedip” (terbiye) ve “tenkiline” (susturulması) taraftar olanların çoğunluğu kazandıkları tahmin ediliyor.”45 
Yeni Başbakan İsmet Paşa zaman geçirmeden beklentileri gerçekleştirmeye koyuluyor. Şiddet yasaları, ardı ardına yürürlüğe giriyordu. 
İlk aşamada olağan üstü yetkilerle donatılmış İstiklal Mahkemeleri görev başı yapıyordu. Bu Mahkemelerde, yargı görevini yerine getirecek personel de hukuk öğrenimi aranmıyordu. Asker ya da sivil olmaları da önemli değildi. Önemli olan rejime bağlılıklarıydı. O nedenle, birçok sivil politikacı ile asker yan yana oturup insanları yargılıyordu. İdam kararları üretiyorlardı. Mahkemelerin kararları her türlü denetimin dışında bırakılıyordu. Kimsenin,hakkındaki karar için üst makam ya da mahkemede itiraz hakkı yoktu. İdam kararlarının parlamento onayına sunulması geleneği de ortadan kalkıyor. İnfazların gecikmeksizin derhal yerine getirilmesi yetkisi de mahkemelere veriliyordu. 
İç işleri Bakanlığının 25 Mart 1925 tarihinde bütün valiliklere gönderdiği genelgede, Kürtlüğün din perdesinin ardına gizlendiği belirtiliyor, olaylar karşısında sıkıyönetim ilan edildiği hatırlatılıyor ve sıkıyönetimin verdiği yetkiler kullanılarak isyancılarla yandaşları hakkında gerekenin yapılması isteniyor, şöyle deniliyordu:
Türk Hükümetinin Yalanları
“Kürtlük cereyanın başında bulunmasından dolayı, hiyaneti harbiye (savaşa ihanet) ve vataniye suçu ile Bitlis Divanı Harbine çağırılmışken firar eden ve Harb-i Umumi (büyük savaş) esnasında dahi Ruslarla aleyhimizde teşriki mesai eyleyen (işbirliği yapan) Hınıslı Şeyh Said, son zamanlarda dış düşmanlarımızın teşviki ile halkın cehaletinden yararlanılarak, “Mintarafillah gönderilmiş peygamber” kisvesi altında Kürtlük ve Saltanat ve Hilafet lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde irticai propaganda yapmak üzere, çoğunluğu sabıkalı ve mahkûmlardan oluşan yandaşlarıyla Hınıs’tan, Genç ve Palu üzerinden Ergani Maden ili dahiline girmiş ve Piran Köyünde yanında bulunanlardan bazı suçluların tutuklanması sırasında müfrezeye silah çekmiş ve isyan etmiştir, alınan önlemler ve gönderilen kuvvetlerle köy ve jandarmalar kurtarılmış ise de din perdesi altında bir Kürdistan kurmaya ve Cumhuriyet aleyhine gelişmeye giden isyan, Genç ili, Diyarbakır’ın Lice ve Elazığ’ın Palu ilçelerine yayılmış, Elazığ il merkezi bile işgal edilmiştir.”
Bildirinin ikinci maddesinde Musul ve Yunanistan sorunu nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti aleyhine bazı dış tertiplerin bulunduğu şu sıralarda isyanın bastırılması için mevcut gücün yanına ek olarak yeni birliklerin oluşturulması için seferberlik ilan edildiği de hatırlatılıyordu. 
Bundan sonra, güç, yer yer mahkeme yerine geçiyor, birinin kararı dağlarda, yol ve köylerde hayat karartıyordu. Kürt köyleri yakılıp yıkılıyor, toplu cinayetler işleniyordu. Korku isyan bölgesinde değil genele yayılmıştı. Korkmak için muhalefet etmiş olmak gerekmiyor, iktidar şeflerini övmemekte yeterli oluyordu. 
Başbakan İsmet İnönü, 7 Nisan 1925 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada, benzer olayların bir daha tekrarlanmaması için isyan bölgesinde gerekli önlemlerin alınacağını, alınacak adli ve idari önlemlerin meclise sunulacağını söylüyor, “ümit ederim ki alacağımız tedbirler memleketin her yerinde bilhassa o bölgesinde tesirini gösterecektir.” diyordu.46 
Hemen ardından genel seferberlik ilan ediliyor, yedek askerler silahaltına alınarak, genel taarruz için ordu büyütülüyordu. 
Kürtlerin ayağa kalkması bahanesiyle, Atatürk-İnönü rejimine karşı çıkan Türklerin tasfiyesi de ihmal edilmiyordu. Basını susturmak üzere sansür yasallaştırılıyor, yıllar boyu korku salan “Takrir-i Sükûn Yasası” yürürlüğe konuyordu. Yalnız Kürtler için değil, bütün muhalifler için korku dönemi başlamıştı. 
Takrir-i Sükûn Yasasının hedefleri alabildiğine geniş ve uygulayıcıların her türlü yorumuna açıktı. Sistemin istediği gibi “adam olmayıp” emrine girmeyen basın başlıca hedefti. Parlamentoda şu ya da bu şekilde muhalif davranmış politikacılar da… 
İsyan, aynı zamanda siyasal, sosyal ve ekonomik alandaki bütün hayallerin gerçekleştirilmesi için araçtı. “İsyan” gerekçe gösterilerek, diktatörlüğün duvarları inşa ediliyordu.
Kürt'ler yok sayıldı 
Kürtlerin inkârı ve dillerinin yasaklanması bu dönemin ürünüydü. Bu, kurulan ulus devlet modeli için ilk adımdı. 1925 yılında, gizlice yürürlüğe konan “Şark Islahat planı” ile, daha bir yıl öncesine kadar “ kardeş” ve devletin ortağı gösterilen Kürtlerin “varolmadığına” karar veriliyor ve dilleri yasaklanıyordu.
Şark Islahat Planı’nın 41.maddesinde şöyle deniliyordu: 
“Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Van, Bitlis, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik, vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçe’den başka bir dil kullananlar hükümet ve belediyenin emrine arkı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktı.” 
Bu karardan sonra sokakta Kürtçe konuşmak suç, suçun karşılığı dayak ve para cezasıydı. Pazara ürün getiren köylüler, dayak ve para cezasından kurtulmak için müşterileriyle el ve kol hareketleri ile diyalog kurmak zorunda kalıyorlardı. 
 
Benzer bir uygulama henüz yeryüzünde yoktu. Evrensel tarihe “Türklerin Yeni Buluşu” olarak geçti mi bilmiyorum… 
 
DİYARBAKIR KUŞATMASI 
Merkez gücü Lice’de toplayan Şeyh Said, Diyarbakır üzerine yürüme hazırlığındaydı. Türk Resmi tarihine de kaynaklık eden Behçet Cemal’in yazdığına göre, Piran olayından dört gün sonra, Kürt öncü grupları Diyarbakır’a doğru akmaya başlamışlardı. Piyade alayından sonra, önlerine çıkan bir süvari birliğini de yenilgiye uğratarak kenti kuşatmışlardı. 
Ağır silah ve toplarla takviyeli Türk birlikleri surların içine çekilmiş, savunma konumuna geçmişlerdi. İsyancılar, surları delip içeriye girmek üzere gedik açmaya çalışıyorlardı.47 Kuşatmanın üçüncü gününde, Türk güçleri kaleden çıkıp taarruza geçtiler. Fakat tutunamadılar. Önemli bir başarı gösteremeden geri çekilip yeniden surların gerisine kapandılar. 
Bu arada Ankara yönetimi, isyancıları halk desteğinden yoksun kılmak, onları karşı karşıya getirmek için de her türlü yöntemi kullanıyordu. Bu amaçla para dağıtılıyor, mevki ve makamlar veriliyordu. Siverek ve çevredeki bazı ağa ve aşiretler, bu yöntemle devletin yanına alınmıştı. 
Para gücüyle sayısız ajan ve provokatör de iş başı yapmıştı.48 Dönemin İstiklal Mahkemesi üyelerinden, Vali Avni Doğan, anılarında ajanların Şeyh Said’in yanına kadar sokulduklarını belirtiyor. 
Kendisiyle yapılan röportajı aynen aktarıyorum. 
“Bu arada Mürsel Paşa(kale komutanı) boş durmuyor, Diyarbakırlı Şeyh Ahmet ve Şeyh Ömer’i Şeyh Said ile görüşmeye gönderiyordu. Paşa, Sadi ve Aziz’i de gizlice Şeyh Said’in yanına sokmuştu. Diyarbakır Valisi Ahmet Mithat Bey de, Pirinççi zadelerin çevresinden Derikli Necim, Nakip zade Bekir, Derikli İlyas, Bahçeli Hacı Hamdi Bey’i Diyarbakır için görevlendirmişti.”
Askerlerin Oyunları
Kürtlere en büyük zararı “Diyarbakır için görevlendirenler” veriyordu. Bunlar parayla tutulmuş insanları, isyancı kimliğiyle şehir sokaklarına salıp çapulculuk, talan, hırsızlık yaptırıyor, kadınları taciz ettiriyorlardı. Bu olayları tanık olan ya da muhatap olanlar,”Şeyh Said bunun için mi ayaklandı?” diyerek cephe alıyordu.49 
Diyarbakır’ı muhasara altına alan kürtler,7Mart 1925 günü savunma burçlarını aralamaya başardılar. Kürt öncüler açılan gediklerden içeri girmeye başlamıştı. Fakat bu sırada takviye birlikleri yetişmiş, kuşatmacıları arkadan top ve mitralyöz ateşine tutmuşlardı. Kürtler, beklenmeyen bu darbe karşısında paniğe kapıldılar. Muhasara safları bozuldu. Geri çekilmeye başladılar. 
Diyarbakır muhasarası isyanın kaderini tayin eden dönüm noktasıydı. Bu konuda sayısız yazı, pek çok kitap kaleme alınmasına rağmen, genel olarak yararlanılan tek kaynak, Behçet Cemal’in Şeyh Said İsyanı adındaki kitabıdır. Genelkurmay, Uğur Mumcu ve Metin Toker de daha sonra geniş ölçüde bu kitaptan yararlandılar. 
Behçet Cemal, ilk baskısı 1955 yılında yapılan- elimde 1994 baskısı olan- kitabında, Kürtlerin çok kısa zamanda önemli ilerlemeler elde ettiklerini anlattıktan sonra, Diyarbakır kuşatması için şunları yazıyor: 
“…Hükümet hala kıpırdamamakta ve isyan karşısında şaşkına dönmüş gibi susmaktaydı. Artık (Şeyh Said) Diyarbakır’ı ele geçirip Kürdistan’ın özgürlüğünü ilan etmekten başka yapacak şey kalmamıştı. Şeyh Said, emrindeki asilerin büyük bir kısmını doğru Diyarbakır üzerine gönderirken, kendisi de Ergani ve Eğil taraflarına gidiyor ve buradaki şeyhlerle ağaları ayaklandırıyordu. Nihayet Samaki’deki genel karargâha dönebilen Şeyh Said, 7 Mart 1925 gece yarısına doğru, Diyarbakır’ın dört kapısına birden genel taarruza geçilmesini emrediyor ve şehrin içindeki taraftarlarına bu yolda talimat gönderiyordu. Şehre hücum edecek asi miktarı, Şeyh Said’e göre 3 bin, hükümetin tahminine göre 5 bin kadardır. 7 Mart akşamına doğru şehrin okul ve kışlalarının bulunduğu kuzey tarafından şiddetli bir ateş başladı. Şeyh Said, ana gücünü buradan hücuma kaldırmıştı. Diyarbakır’ın kuzeyinde savaş bütün şiddetiyle devam ederken, şehir güneyden de saldırıya uğradı. Ordu birlikleri kuzeyde asileri surlar dışında, güney cephesinde bir aralık asilerin başarılı oldukları gibi bir durum meydana geldi. Bunda asilere içerden yardım eden unsurlarında tesiri olmuştu. Bunlar güneydeki surlarda bazı gedikler ve özellikle lağım yollarını açmışlar ve asiler buralardan şehre girebilmişlerdi. 
Asilerin içeriye girmesi ile güney cephesini tutan ordu birlikleri iki ateş arasında kalmış, durum tehlikeli olmaya başlamıştı. Fakat şehrin savunmasını yöneten İzmir kahramanı General Mürsel, soğukkanlılığını bozmadı. Derhal elindeki süvari yöneliğine kuzey cephesine çekerek dörtnala güneye sevk etti ve içeri giren asileri baskına uğrattı.” 
Behçet Cemal devam ediyor: “Nihayet 8 Mart 1925 Pazar sabahı güneş doğarken, asi güçler ilk defa karşılaştıkları bu teşkilatlı ve azimkar direnme karşısında dayanamayarak panik halinde kaçmaya başladılar.” 
Dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker de 1968’de yayınlanan Şeyh Said ve İsyanı adındaki kitabında, bağımsız Kürdistan’ın ilanının Diyarbakır’ın alınmasına bağlı olarak planlandığını, yenilginin bu planı bozduğunu yazıyor ve Diyarbakır muhasarası hakkında şöyle diyor: 
“Diyarbakır önlerine gelindiğinde Şeyh Said ve kurmayı, Samahir’de ki karargâhlarında toplandılar. Verilen karar, taarruzun 7 Mart günü, alaturka saatle sekizde, yani gece yarısından sonra başlamasıydı. Diyarbakır’ın dört kapısına birden hücum edilerek şehir işgal olunacaktı. Bu arada Diyarbakır’a da haber uçurulmuş, buradaki şeyh taraftarları, yani beşinci kol durumdan haberdar edilmiş, ne şekilde hareket edecekleri, Şeyh’in kuvvetlerini nasıl destekleyecekleri kendilerine bildirilmişti. Plan, tam Said’in istediği gibi uygulanamadı. Alaturka saatle ikide, yani kararlaştırılandan altı saat önce ateş başladı. Akşam karanlığından faydalanan asiler, Dicle’yi geçerek Diyarbakır’ı çevreleyen surları doğru ilerlemeye başladılar. Sayıları bin ile 3 bin arasındaydı. Av tüfekleri, mavzerler ve bir kısmı da sadece sopalarla silahlanmıştı. Asiler, önce Mardin sonra da Dağ Kapısına yüklendiler. ‘Sallallah’ naralarıyla surlara yaklaşmaya çalışıyorlardı.”
Metin Toker, Mürsel Paşanın iyi bir savunma hattı oluşturduğunu anlattıktan sonra şöyle devam ediyor: 
“Halk sokağa bırakılmıyor, silah isteyenlerin talepleri, her ihtimale karşı geri çevriliyordu. Savunmayı muntazam asker yapıyordu. Akşamdan başlayan yağmur aralıksız devam ediyordu. Asiler içerden aldıkları istihbarata dayanarak en çok dağ kapısını zorluyorlardı. Çünkü surların eskimesi yüzünden burada birtakım tabii gedikler açılmıştı. Buradan içeriye girmek daha kolay olacaktı. Fakat bu bilindiğinden, buralar barikatlarla tahkim edilmiş, eldeki kuvvetlerin önemli bir kısmı buralarda mevzilendirilmişti. İç kalenin üzerine toplar konulmuştu. Karanlık bir gece olmasına rağmen topçular sabaha kadar “kör atışı” kesmediler. Asileri en çok yıldıranda bu oldu. O güne kadar top sesi duymamış ve top nedir bilmeyen isyancılar ağzında ateş saçan ve gök gürlemesine benzer sesler çıkaran bu silahtan çok korktular. Savunma başarıyla yapılıyordu. Fakat gece yarısına yakın kötü bir haber duyuldu. Mardin kapısına saldıran isyancılar şehre girmişlerdi. Aslında bu doğruydu. Fakat buradan içeriye giren asiler kapıdan değil lağım deliklerinden sızmışlardı. Sayıları 120’yi geçmiyordu. Buna rağmen bu asiler, surlara yakın karargâh kuran bir nakliye kolunu dağıtmayı başardılar ve bir kısım askerle bir subaşı şehit ettiler.” 
Metin Toker içeriye giren bu kolun yok edildiğini anlatıyor ve devam ediyor: 
“Asiler şehri dört yönden sarmışlardı. Top atışları ve surlar şehre girmelerini önlüyordu. İçerden gelecek yardımı da alamadıkları için gelecek emri bekliyorlardı. Sabaha karşı bu emir geldi. Şeyh Said yenildiğini anlamış ve asilere en kısa zamanda geri çekilme emrini vermişti.” 
Öte yandan Şeyh Said, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde muhasarayı anlatırken, savunma karşısında fazla kayıp vermediklerini, yorgun düşen savaşçıların dinlenmeleri ve insan zayiatını en aza indirecek yeni bir stratejinin saptanması amacıyla geri çekilme buyruğu verdiğini söylüyordu. 
Dönemin Cumhuriyet Gazetesi, Diyarbakır muhasarasını şöyle aktarıyordu: 
“Bir söylenti çıktı: Şeyh geliyormuş. Şehirde birden bir karışma meydana geldi. Derhal bir emir verilerek halkın sokağa çıkması yasak edildi. Akşam oldu. Sokaklarda hiç kimse kalmamıştı. Saat yedide ilk ateş başladı. Toplarımızın sesini duyuyorduk. Subaylar koşuşuyor, gökyüzü kıpkızıl kesiliyordu. Toplarımız durmadan gürlüyor, piyademiz mevzilerinde güç zapt ediliyordu. Cephede sesler fazlalaşmaya başladı. General Mürsel hiç istifini bozmadan emirler veriyordu. İlk hücum dalgası, keşif topçu ve piyade ateşimiz karşısında bu suretle kırıldı. Gece yarısına doğru ikinci hücum dalgası da püskürtüldü. Gece yarısından sonra sokağa çıktık. Yollarda yüzlerce asi cesedi yatıyordu.” 
Diyarbakır kuşatmasının sonucu, isyanın kaderini de belirlemiş, geri çekilme başlamıştı. Şeyh Said’e yakın çevreler, geri çekilmede en önemli etkenin, provokatörlerin halkın tepkisine neden olan davranışları olduğunu söylüyorlardı.
 
[24] Sükrü M.SEKBAN, Kürt Sorunu, Ist.1998 s.110[25] Sükrü M.SEKBAN, a.g.e, s.112[26] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.84[27] Behçet CEMAL, Seyh Said, Ist.1994 s.72[28] Ahmet BOTANI, Kürtler ve Kürt Tarihi, Ist.1997 s.95[29] Metin TOKER, Seyh Said ve Isyani,ist.1998, s.51[30] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.86[31] M.Van BRUINESSEN, Kürt Sorunu, Ist 2000 s.387; Behçet CEMAL, a.g.e, s.27-28[32] Yasar KALAFAT, a.g.e, s.127[33] Yasar KALAFAT, a.g.e, s.128[34] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.88[35] Metin TOKER, a.g.e, s.45[36] Genel Kurmay Belgeleri, Ank.1999 s.125[37] Ugur MUMCU, a.g.e, s.71[38] Faik BULUT, a.g.e, s.53[39] Ugur MUMCU, a.g.e s.71[40] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.83[41] Ugur MUMCU, a.g.e, s.72[42] Metin TOKER, a.g.e, s.15[43] Metin TOKER, a.g.e, s.16[44] Metin TOKER, a.g.e, s.18[45] Osman OKYAR, Mehmet Seyid DANLIOGLU, Fethi Okyar'in Anilari Ank.1999 s.40[46] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.113[47] Metin TOKER, a.g.e, s.84[48] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e, s.88[49] Metin TOKER, a.g.e, s.52[50] Kürt Milli Meselesi, Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye dizisi-2ist.1997 
BEŞİNCİ BÖLÜM
 
 
BASININ İSYANA YAKLAŞIMI 
Dönemin tek kitle haberleşme aracı gazeteleri. Ankara rejimi, basını denetim altına almış, ışık sızdırmayacak biçimde, koyu bir “sansür” uygulamaya başlamıştı. Kanlı olaylar sürerken, Türk kamuoyu isyandan habersizdi.
Olaylara ilişkin ilk haber, 16 Şubat 1925 tarihinde, basında görülmeye başladı. Fakat isyanı duyuran, haber veren değil, olayları çarpıtarak, küçük, basit bir ”zabıta vak’ası” gibi gösteren propaganda niteliğindeydi, bu da. 
16 Şubat 1925 tarihinde yarı resmi Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberde şöyle yazılmıştı: 
“Şubat’ın 13’ncü günü Ergani’nin Piran köyündeki Jandarma müfrezesi ile civara gelen Şeyh Said Bediüzzaman ve avanesi arasında bir çatışma olmuş, telefon ve telgraf hatları tahrip edilmiştir. Yetişen kuvvetler üzerine Şeyh ve avanesi kaçmışlardır. Telefon ve telgraf tamir edilmiştir.” 
Haberden anlaşıldığı gibi isyan liderinin adı bile yanlıştı. İsyanın lideri olarak haberde Bediüzzaman (Saidi Nursi) gösteriliyordu. 50 
Aynı gazete ertesi günkü haberinde, “tenkil” (yok etme) harekatının başladığını, bu amaçla uçakların bölgeye gönderildiği yazıyordu. Gazete, “tenkil”in başladığını duyuruyor, ama “ne olmuş da tenkile geçilmiş?” sorusuna cevap vermiyordu. 
Bu arada Ankara, Abdülhamit döneminde İngiltere’nin vesayetinden, Almanya’nın himayesine geçildiğinden beri süregelen geleneksel alışkanlıkla bu olayın sorumlusu olarak İngiltere’yi işaret etmeye başlamıştı. Cumhuriyet gazetesi, bu yüzden “ne olduğunu” açıklamadığı olaylardan söz ettikten sonra, “Ankara, bu işte İngiliz parmağı olduğu fikrindedir” diye yazıyordu. 51 
Rejimin resmi yayın organı Hâkimiyeti Milliye gazetesi 16 Şubat 1925 günkü sayısında şu haberi veriyordu: 
“Şubatın 13’nde, Ergani’nin Piran köyünde bulunan jandarma birliği ile o yörede bulunan Hınıs’lı Şeyh Said’in adamları arasında çatışma çıkmış ve iki jandarma ölmüştür. Saldırganlar şiddetle takip ediliyor.” 
Aynı gazete, iki gün sonra, “kuvvetlerimizin takibinden kaçan Şeyh Said’in, 150 kadar yandaşı ile birlikte Genç’te olduğu” haberini yayınlıyordu. 
Gazetenin haberi devam ediyordu: 
“Genç, birkaç yüz haneli küçük bir vilayetimizdir. Birkaç gün içinde bu eşkıyaya hak ettiği cezanın verileceği muhakkaktır.” 
Gazete, “eşkıyaya hak ettiği cezanın verileceği”ni yazıyordu. Ama Genç’te ne olduğunu saklı tutuyor, okurunu merak içinde bırakıyordu. 
Gazeteler, olaylardan yaklaşık on gün sonra, ilk kez “isyan” değimini kullanıyorlardı. Fakat gerçeğin özüne dokunmadan, ne olduğu bilinmeyen “Piran olayı”nın etrafında dönüp dolaşmaya devam ediyorlardı. 
Hâkimiyet-i Milliye gazetesi 23 Şubat 1925 tarihli sayısında, şu haberi yazmıştı: 
“Piran’da Şeyh Said adında birinin, başında topladığı birkaç avanesi ile beraber jandarmamıza karşı giriştiği saldırıdan sonra, meydana gelen olaylar üzerine hükümet, yörede bulunan güçleri isyanın tenkili (yok edilmesi) için olay yerine göndermiştir. Tamamlayıcı bilgilere göre, asilere kumanda eden Öğretmen Fahri öldürülmüş ve ‘ussat’ perişan edilmiştir.” 
Egemen güç, isyanı kamuoyundan gizliyordu. Ama gazeteler 24 Şubat 1925 tarihinde bölgede sıkıyönetim ilan edildiğini bildiriyordu. 
Tekrar Diyarbakır muhasarasına dönecek olursak, Şeyh Said, mahkemede bir soru üzerine şöyle diyordu: 
“Diyarbakır’a hücum kararımızın dışında, acele hareket edilerek erken başladı. Çeşitli silahların ateşi sabaha karşı direnişimizi kırınca çekilmeye karar verdik. Olay sırasında kente girmeyi başaran 120 kadar askerimin akıbeti meçhul kalmıştır. Askerlerime 6 gün evlerinde kalmak üzere izin vererek Kazkar bölgesine geldim. Orada 5–6 gün kaldım. İzin verdiklerim 8 gün sonra geldiler. Geldiklerinde ben batı yönündeki Tılham Köyündeydim. Gece Siverek yollarını tutmuştuk. Yalnız Mardin yolu açıktı. Oradan hükümet askerleri Diyarbakır’a geliyordu. Bu yolu tutmak üzere Dengecük, Cabar, Sakiri, Hacıleylek, Gevzalan ve Karakilise köylerine gittik. Burada Siverek’ten milis askerleri ve 100 atlı kadar hükümet askerinin geldiğini haber aldım. Bu cepheye 100 kadar adam gönderdim. Bunlar hükümet askerlerini mağlup edip, milislerden 80 esir alarak geri döndüler. Ben o sırada Çaksor köyündeydim.” 
Behçet Cemal’in yazdığına göre Diyarbakır muhasarasının başarısızlıkla sonuçlanması, ihtilalcilerin moralini bozmuş, o ana kadar sessiz kalmış bazı Kürt aşiretleri, Türk devletinin şiddetinden korunmak için karşı tutum takınmıştı. 
Kürtlerin ele geçirdiği kent ve kasabalar başta Genç, Hani, Lice, Bingöl, Varto ve Elazığ olmak üzere tümü el değiştiriyordu. 
Şeyh Said, moral çöküntüsünün yarattığı rüzgâra kapılıp, dağılmaya başlayanları savaşmaya zorlamadı. Gönüllü olarak ayağa kalkanları gönülleriyle baş başa bıraktı. 
Bu arada yeniden toparlanıp gerilla savaşını başlatmak üzere, dağlara çekilmeye, gerekirse İran’a çekilmeye karar verdi. Tuttuğu yeni yolun yarısında, bacanağı Binbaşı Kasım’ın kurduğu tuzakta kaldı. 
 
Binbaşı Kasım -BİR AJANIN PORTRESİ- 
 
Binbaşı Kasım,Varto’nun Kulan köyündendi. 
“Aşiret Mektebi” mezunu bir subaydı. O süvari olarak orduda çalıştı. 1918 yılında binbaşı rütbesindeyken, erken yaşta emekli edildi. Varto’ya yerleşti. Soyadı yasasından sonra, “Kasım Ataç” oldu. 
Şeyh Said’le bacanaktı. Albay Halit Bey’inde eniştesiydi. 
Beden yapısı, ruh haline uygun denebilecek bir anormallikteydi. Normal halleri aşan uzunluktaydı. 52
Kasım, emekliye ayrılmamış, ayırmışlardı. Şehir özlemini gidermek için sıkça Erzurum’a seyahat ediyor, kayınbiraderi Albay Halit Bey’in evinde kalıyor, yemeğini yiyor, aileden biri olarak sırlarına giriyor, sonra gidip onu ihbar ediyordu. Şeyh Said’e de bacanağı ve aileden biri olarak yaklaşıyor, edindiği bilgileri devlete aktarıyordu. 
O, 1925’te muhbir, iz sürücü, tuzakçı ve “tanık” olarak görev yapıyordu. 
Kürtler için “Hewar” günleriydi.
O, “güvenli”, hatta kendince “itibarlı” günler yaşıyordu. O sırada babası Ahmet, dağdan köyüne iniyor, indiği bir gün yakalanıyor, yerlerde sürüklenerek götürülüyor, bir daha geri gelmiyordu. Akıbeti kuru, anlamsız, soğuk bir kelime ile “öldü” diye açıklanıyordu. 
Köylülerin aktardığına göre, babasına sahip çıkma bir yana, nerede ve nasıl öldüğü ya da öldürüldüğü, nereye gömüldüğüyle de ilgilenmiyordu. 53 
İlerleyen yaşlarında, Elazığ’da, Nail Bey Mahallesinde Ermeni yapımı eski bir evde oturuyordu. Gelen ve gideri yok değildi. Eski yandaşları, Şeyh Said’e silah uzatırken yanında olanlarla, onların “sülbünden” gelenlerdi. 
Kürt eliti ondan uzak ve o tecritti. Kazara onunla bir araya gelen elit, “kardeşim” diyerek sarıldığı, yemeğini yiyip, yatağında yattığı insanlara, ihanetini hatırlatarak aşağılıyor, eziyordu. Varto’nun Hormek liderlerinden Ali Haydar Dikmen, gözünü kırpmadan onu ezip suçluluğunu yüzüne vuranlardandı. Ali Haydar Dikmen, Varto’ya geldiğinde onu görmeye gitmiş, kalabalık cemaatin içinde, “dikkatli konuşun, Kasım Bey burada” diye aşağılamıştı. Onun tepkisi başını öne eğmek olmuştu. Esmer teni, upuzun boyu ile bazen Elazığ sokaklarında yürürken görülüyordu. Güzergâhı, yürüyüş yolu hep aynıydı.54 
Evinden çıkıyor, melül, derin düşünceli halleriyle yürüyor, kardeşi ve Ali ve oğlunun işlettiği dükkâna gidiyor, orada oturuyor, gelip geçenlere öylece bakıyordu. 
Bir tuhaf adamdı o. 
Kardeşini ihbar edip ölüme yolladığı, bu yüzden kin, öfke ile dolu yüreğinin öteki tarafıyla kendisine nefretle bakan bir kadınla yaşayacak kadar tuhaftı. Yaklaşık 30 yıl ayrı kaldıktan sonra Varto’ya döndü. Yanında kendisine hiç çocuk vermemiş Gule de vardı. İhbar edip ipe gönderdiği adamın, kardeşi ve oğullarına aileden biri gibi konuk oldu. Bu tuhaf adam onların elinden su içti, ikram ettikleri yemeği yiyebildi.55 
Halit Bey’in yeğeni Mehmet Emin Sever’le yapılan röportajı aynen aktarıyorum: 
“Kasım 1950’lerde Söke’den Elazığ’a taşınınca Varto’ya bizim eve geldi. Çok uzun boylu, siyah bir ihtiyardı. Hastalıklı gibi görünüyordu. Yüzü ve ellerinin derisi pul pul dökülmüş gibi benek benekti. Amcamı, eniştemizi astıran kişiydi, o. Ailenin bütün fertleri eve alınmamasını, kapıdan kovulmasını istedik. Fakat babam, ‘kardeşimin katili de olsa, kapımıza geleni kovamam. Bunu yaparsak lekelenmiş oluruz’ dedi. Babamın hatırı için sesimizi çıkarmadık. Halam Gule de gelmişti. Hala hüzünlü ve matemliydi. Aradan 30 yıla yakın zaman geçtiği halde, kardeşi ve eniştesi için ağlıyordu. Annem bir gün ona ‘kardeşinin ve eniştenin başına bunca iş getiren bu adamla nasıl yaşıyorsun?’ diye sordu. Halam ağlamaya başladı. Sonra şöyle dedi: O olaydan hemen sonra yatağımı ayırdım. Bir daha birleştirmedim. Yüzüne de bakmadım. Ama ne yapayım ki kocam diye elaleme karşı katlandım.” 
Kasım’ı aile çevresinde en erken teşhis eden bacanağı Şeyh Said’di. Onu yakın çevresinden, sırdaşlıktan uzaklaştırmıştı. Fakat Şeyh’in damadı, Şeyh Abdullah’ı kullanarak, son anda yaklaşmış, kafilesine katılmış ve onu tuzağa çekip düşmanlarına teslim etmişti. 
Diyarbakır’daki mahkemede, “devlet tanığı” sıfatıyla, “geçen sene (1924), Kemal Paşa geldiklerinde” diyerek Muş heyetinin içinde Erzurum’a gittiğini, Halit Bey’in evinde kaldığını söylüyordu. Kasım, Şeyh Said’in, Halit Bey’le ayaklanmayı konuştuğunu bu sırada öğrendiğini açıklıyor ve değişik sorulara cevaben şunları söylüyordu: 
“Şeyh Said’le evinde görüştük. Bu hazırlığınız doğru değil, dedim. Benim üzerime vacip oldu. Çıkacağım, kıyam (isyan) edeceğim, dedi.”56
Kasım, isyanın din meselesi yüzünden çıktığı iddialarını geri çeviriyor ve “asıl sebep Kürdistan’ın istiklali idi” diyordu. 
Kasım tanıklığı sırasında kayınbirader, bacanak, akraba ayrımı yapmadan suçluyor ve şöyle diyordu. 
“Kürtler (isyancılar) iki gruptur. Siyasiler ve dinciler. Mesela Halit Bey filan siyasiydi. Onlar komiteler kuruyorlardı. Şeyh Said Efendi diniydi.” 
Mehmet Emin Sever anlatıyor:
“Babamdan dinlediğime göre Şeyh Said, şüphelendiği için onu, yanına yanaştırmıyordu. Fakat Varto ele geçirildikten sonra Şeyh Said’in damadı Şeyh Abdullah’a adam gönderiyor. Yanlış anlaşıldığını, Kürtler ve isyanın emrinde olduğunu bildiriyor, size katılıp hizmet etmeme, hizmetlerime ihtiyacınız yoksa bile, sizi ziyaret etmeme izin verin, diye adeta yalvarıyor. 
Bunun üzerine Şeyh Abdullah görüşmeyi kabul ediyor. Kasım, yanına geldiğinde eğilip ayağına kapanıyor, eline sarılıyor. ‘Beni dışlamayın. Ben hain değilim. Namusum ve şerefim üzerine yemin ederim ki artık emrinizdeyim. Bana bir fırsat verin. Hizmetlerimi kanıtlayayım’ diyor. 
Şeyh Abdullah, onun düştüğü duruma üzülüyor, adamlarına bırakın yanımızda kalsın diyor. 
Bölge liderleri, Kasım’a karşı şüphe içinde, kimsenin güveni yok. Çünkü ajan olduğu yaygın düşünce. Hatta bazı kişiler öldürülmesini bile istiyor. Fakat Şeyh Abdullah’tan çekindikleri için dokunmuyorlardı.” 
Melle Selim, isyana katılmış, önder kadrolarda yer almış bütün ailelerle iç içeydi. Melle banda alınmış tanıklığında, kasım olayını şöyle anlatıyordu: 
“Bizim Varto tarafının alevi liderlerinden Mehmet Halit Fırat, devletin adamlarındandı. Aramızda ahbaplık vardı. Bizzat ondan dinledim. Şeyh Said’in ilk sorgusu Varto’da yapılırken Mehmet Halit Fırat da hazır bulunuyor. Sorguyu yapan Osman Nuri Paşa Şeyh Said Efendiye soruyor: 
-Kasım için ne dersin? 
Şeyh şu cevabı veriyor:
—Kasım, hükümetin sadık adamı, bizim hainimizdi.
—Siz bu sözlerinizle onu arkadaşlığınızdan koparıyorsunuz, diyor Osman Nuri. 
Şeyh Said cevap veriyor: 
—Zaten arkadaşım değildi ki koparayım. Bizim hainimizdi!” 
Melle Selim, kimliği bilindiği halde, Şeyh’in en yakınına nasıl sokulduğu hakkında da şunları anlatıyordu: 
“Kasım, Şeyh Said tarafından itilmişti. Melekanlı Şeyh Abdullah, onu hareketin içine aldı. Şeyh Abdullah, hareketin önemli adamlarından biriydi. Şeyh Said Efendi’nin de damadıydı. Şeyh Abdullah Piran olayı patlak verir vermez harekete geçiyor. Gırvaz köyünde büyük bir toplantı yapıyor. Toplantıya çevreden gelen 3bin kişi katılıyor. Hareket geçmek için Şeyh Abdullah’ın emrini bekliyor. Şeyh Abdullah bir konuşma yapıp diyor ki: 
—İçimizde askerliği ve savaşı bilen yok. Askeri komutan Halit Bey’di; O da Bitlis’te ceza evinde. Bize Halit Bey gibi biri lazım. 
Toplantıya katılanlar heyecanlı. Bitlis’e doğru yola çıkmaya karar veriliyor. Bu sırada Kasım’ın kardeşi Reşit ortaya çıkıyor. Gidip Şeyh Abdullah’ın elini öpüyor. Emrinde olduğunu söylüyor: 
—Varto hazır. Kasım, bizzat Varto’yu teslim edecek. Size götürmeye geldim, diyor. 
Şeyh Abdullah şaşırıyor: 
—İyi ama diyor, Kasım bizimle beraber değil, bildiğimiz kadarıyla o, devlete çalışıyor. 
Reşit, Kasım’a iftira edildiğini, ajan olmadığını, hareketi desteklediğini söylüyor. Kasım’ın kendisini kanıtlaması için fırsat verilmesini istiyor, yalvarıyor. Şeyh Abdullah, bunun üzerine yumuşuyor. Askeri bilgiye sahip kişiye ihtiyaç nedeniyle de Kasım’ın katılma isteğine rıza gösteriyor. 
Kürt ileri gelenlerden kimsenin Kasım’a güveni yoktu. Ama olayların sıcaklığı içinde Şeyh’e karşı çıkıp itiraz etmiyorlar. Gırvas’tan Varto’ya doğru yola çıkılıyor. Yolda, köylerden kopup gelen atlılar da katılıyor. Kafile büyüyor. Bağlu, Baska, Dadina ve Rindalya köylerinden Varto’ya gidiliyor. Varto kansız teslim alınıyor. 
Bu sırada Kasım korkular içinde. Adı ajana çıktığı için vurulup öldürüleceğinden korkuyor. Bir adamını gönderiyor Şeyh Abdullah’a, 
—Eğer hayatım garanti altındaysa ve kabul ederse, gelip elini öpmek istiyorum, diyor. 
—Gelsin, diyor Şeyh. 
Kasım, çıkıp geliyor. Eğiliyor. Şeyh’in ayağını ağzına sokup öpüyor. Sonra ellerine sarılıyor. Ağlamaya başlıyor. 
—Hata ettim, diyor. Hareketin başarılı olacağını düşünmemiştim. Pişmanım. Beni affedin. Size biat ettim. Canım, başım ve bütün sadakatim ile davanın yolundayım, diyor. 
Şeyh Abdullah, ağlayan koskocaman adamı ayağı kaldırıyor. 
—Tamam, diyor. Artık mesele kalmadı. Bizimlesin… 
Şeyh Abdullah, onu da yanına alarak Hükümet Konağına gidiyor. Konağı teslim alıyor, Kürt bayrağı çekiliyor.
Hükümet Konağının önünde büyük bir kalabalık toplanmış. Binlerce kişi var. İnsanlar heyecanlı. Kimi heyecandan ağlıyor, kimi dua ediyor. 
Şeyh Abdullah, kalabalığa bir konuşma yapıyor. Halkın, Kasım’a güvensizliğini ve öfkesini bildiği için olmalı ki soruyor: 
—Davamızda beni önder olarak kabul ediyor musunuz? 
Kalabalık bir ağızdan, 
—Evet, diye bağırıyor. 
Bunun üzerine Şeyh Abdullah şöyle diyor: 
—Siz beni kabul ettiniz. Fakat hayatım boyunca silah bile patlatmadım. Savaştan, askerlikten anlamam. Mademki bana güveniniz var, bende cephenizin askeri sorumlusu olarak Kasım Bey’i tayin ediyorum. Sizin bana güvendiğiniz gibi, bende ona güveniyorum. 
Şeyh Abdullah’ın bu sözleri soğukluk yaratıyor. İnsanların yüzü buruşsa da, o anda kimse açıktan “hayır” diye bağıramıyor, ama kimi küsüyor, kimi mırıldanıp arkasını dönüyor, oradan ayrılıyor.” 
Şeyh Abdullah, Kasım’ın isyana katıldığını ve komutanlığa getirildiğini bildirdiğinde, 
Şeyh Said; “olan olmuş” diyerek, memnuniyetsizliğini belirtiyordu. 
Melle Selim anlatıyor: 
“Kasım, yıllar sonra Varto’ya döndüğünde, oturup uzun uzun konuştuk. Ona Şeyh Said Efendi’yi sordum. Bana dedi ki: 
—Şeyh Said öyle cesur bir adamdı ki, ne korktu, ne de kimseyi ele verdi. Yalan da söylemedi. Hiçbir şeyi inkâr etmedi. 
Hatta mahkeme reisi sordu: 
—Neden isyan ettin? 
Şeyh cevap verdi: 
—Ben dini vecibemi yerine getirdim.
Reis tekrar sordu: 
—Senden başka Müslüman yok muydu? 
Şeyh Said anında verdi cevabını: 
—Herkesin göreviydi… 
Kasım, bazı Kürtlerin gösterdiği cesarete şaşırmıştı. Bana, Dadinanlı Temo’yu övdü ve şunları söyledi: 
 
—Dadina köyünden Devreş Ağa’nın torunu Temo’ya, mahkeme sırasında, Hâkime akrabam olduğunu söyle, ben de kabul edeyim. Benim koruduklarım asılmıyor. Seni kurtarayım’ dedim. 
—Hayır, dedi. Davamdan vazgeçmem. Beni kurtarmanı da istemiyorum. 
Evrakta, bazı insanların baba adları, köyleri yanlış yazılmıştı. Bazen biri çıkıp köyüne itiraz ediyor, ‘Ben oralı değilim’ diyordu. Böylece olaylarla ilişkisi olmadığı anlaşılıyor ve ceza almaktan kurtuluyordu. Sahaglı Melle Emin’e dedim ki: 
—Mahkemede kalk, ben Sahaglı değil, Bongılanlıyım de, kurtulursun, dedim. ‘Olmaz’ dedi. ‘Davamdan vazgeçip can derdine düşmem.’ Temo gibi, o da asıldı.” 
[52] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e s.93 
[53] Ahmed BOTANİ, Kürtler ve Kürt Tarihi, Ank. 1994 s.45 
[54] Ahmet KAHRAMAN, a.g,e, s.96 
[55] Celile CELİL, Kürtler, Ank. 1992 s.83 
[56] Marksist Tutum, Kürt İşbirlikçilerinin Değişmeyen 80 Yıllık Tarihi
 
YENİLGİ VE DIŞ DESTEK DEDİKLERİ 
 
Isyanin başarısız olmasının nedenleri
 
Şeyh said’in isyanı, hazırlıksız, zamansız, erken başlamış bir ayaklanma ve devlet tarafından zorlanarak patlatılmış bir öfke birikimiydi.57İsyancıların çoğu silahsızdı. Sopasını kapıp ayaklanıp katıldığı bir isyan. 
İsyan ateşinin yakıldığı asıl bölge, aşiret ve aile ilişkilerinin iç içe olduğu Erzurum’un güneyine düşen dağlar yayıydı. Hınıs, Varto, eski adı “gonik” olan Karlıova yöresi… 
Halk isyan etmeye hazır, ama isyancıların hazırlığı, örgütlenme ağı ve kitlelerin birbiriyle koordineli ilişkisi yoktu. Silahlanmadan komuta kademesinin oluşturulmasına, savaşçıların eğitimine kadar hazırlıksız başlayan bir isyandı bu.
Organize olmamış, nerede ne zaman ne yapacağını, kimden emir alacağını da bilmeyen köylü kalabalığının ani isyanı.
Asıl önemlisi iletişim kopukluğu yüzünden, bazı bölgelerin isyandan haberlerinin bile olmamasıydı. İsyan genel destekten yoksundu. 
Ayrıca, isyancıların karşı karşıya bulunduğu ordu disiplinli, düzenliydi. Ordu geleneği, tek başına bir güçtü. Silah üstünlüğü de tartışmasızdı. 
İsyancılar silahlarının önemli bölümünü mağlup ettikleri birliklerden karşılamışlardı. Şeyh Said’in ifadelerinde anlattığına göre, yenilen birliklerden top ve başka ağır silahlar geçiriliyor, fakat bunları kullanabilecek eleman bulamadıkları için tahrip ediyorlardı. Daha önce savaşmış köylüler ordunun topları gürleyince paniğe kapılıyordu,”demir kuş” dedikleri uçaklar morallerini altüst ediyordu. 
Bazı kürt kesimlerinin saf değiştirip Kürtleri arkadan vurması yenilginin diğer bir nedeniydi. Ağrı yöresinin etkin kişiliklerinden Kör Hüseyin Paşa başlı başına bir faktördü. Bu Hamidiye Paşası, isyan fikrinin öncülerindendi. Fakat ilk darbe olan Yusuf Ziya ve Halit beylerin tutuklanmasından hemen sonra korkmuş, kabuğuna çekilmiş, ardından saf değiştirmişti. 
Dersimliler, Karakoçan bölgesinin etkin liderlerinden Necip Ağa’ya tepkiliydiler. Çünkü o, Osmanlılar döneminde, Hamidiye Alayları’nın başında, Dersim’e girmiş, halka zarar vermişti. Şeyh Said, Dersim tepkili diye Necip Ağa’yı isyana katmamış, o da önce tarafsızlığını ilan etmiş, sonrasında arkadan vurmaya başlamıştı.58Dersim ise en azından yansız kalacağını bizzat Şeyh Said’e taahhüt etmişti. Şeyh Said ise son ana kadar, Dersim’in imdada geleceğine inanıyordu. Bu beklentiyle, batı cephesi komutanı Şeyh Şerif’e sık sık notlar yazıyor ve “Dersim’de lehimize bir gelişme var mı?” diye soruyordu. Fakat bazı Dersim aşiretleri, o sırada eski hasımları Necip Ağa ile birleşmiş, isyancıları arkadan vurup köyleri talana başlamışlardı. 
Şeyh, bunun üzerine batı cephesi komutanına, Dersim’e tarafsız kalacaklarına ilişkin olarak verilen söze bağlı kalmalarını hatırlatması talimatını veriyordu. Şeyh Şerif bu amaçla, Elazığ’da, Dersim eski mebusu Hasan Hayri Bey’le buluşuyor ve Hasan Hayri aşiret önderlerine “tarafsızlığınızı koruyun” diye telgraf çekiyordu. Hasan Hayri, 1926 yılında, bu yüzden idam edilerek öldürülüyordu.59 
Siverek ve Diyarbakır yöresinin bazı aşiretleri de, “arkadan vurma” hareketine katılmışlardı. İsyan bölgesinde yaşanan manzaralardı, bunlar. 
İsyanın adeta engelsiz, hızla yayılması, Kürt önderlerini umutlandırmış, nihai zaferin yakınlığına inandırmıştı. Fakat asıl hedef olan Diyarbakır’ın zaptın başarısızlıkla sonuçlanması sonun başlangıcı olmuştu. 
Abdülmelik Fırat, “Yenilginin nedenleri” arasında, Halit Bey faktörünü öne çıkarıyor ve şöyle diyordu: 
“Bu konuda kendi görüşlerimi değil, Şeyh Said Efendi’nin oğlu ve kayınpederim olan Şeyh Ali Rıza Efendi’den bizzat dinlediklerimi nakledeceğim. O, olayın içinde, sıcak ortamında bulunmuştu. Ali Rıza Efendi, sonucu birçok sebebe bağlıyordu. Sebeplerden birincisi; hazırlıklar erken açığa çıkmış, karşı tedbirler alınmaya başlamıştı. Fakat erken haber almanın tahribatı tamir edilmeyecek gibi değildi. Zaten böyle geniş ve genel halk yığınlarına dayanan hareketleri gizli tutmak da mümkün değil. Bu işe baş koyup çalışmaya girişenler, her şeyi hesaplamışlardı. Asıl tahribat Albay Halit Bey’in yavaş hareket etmesinden kaynaklanıyor. Halit Bey, bütün askeri hazırlıklardan sorumlu kişiydi. İsyanın hareket noktası, politik çalışmadan çok, halkın silahlı güç olarak hazırlanmasına bağlanmıştı. Fakat bütün bunlardan sorumlu rahmetli Halit Bey, sanki gelip tutuklamalarını bekler gibi, Erzurum’da evinde oturuyor. Hem örgütleme ve organizasyonda yavaş hareket ediyor, hem de bir türlü Erzurum’dan ayrılıp el altından uzaklaşmıyor. Organizasyon eksikliği de büyük, Kendisinden sonra gelecek ikinci bir askeri kişiyi bile tespit edip görevlendirmiyor. Kimseye görev ve sorumluluk vermiyor. Kendisi tutuklanınca her şey başsız kaldı. Halk ne yapacağını bilemez oldu. Yeni baştan yapılan organizasyon da zaman darlığı yüzünden yetiştirilemedi. Hâlbuki Şeyh Said Efendi, onun görmesi gereken olayları uzaktan bakarak görüyor; 1924 yazında, karşı tedbirleri, hazırlıkları ve ortalıkta dolaşan ajanları sezinliyor, Halit Bey’i ikaz ediyor. Erzurum’dan ayrılmasını istiyor. 
Ama Halit Bey çok rahat bir insandı. Şeyh Sait Efendi’nin uyarılarına da aldırmıyor. Çok geçmeden Bitlis eski Mebusu Yusuf Ziya Bey tutuklanıyor. 
 
Artık tehlike ortada açık olduğu halde, Halit Bey Erzurum’daki konağında oturmaya devam ediyor. Şeyh Said Efendi, onun bu korkusuz rahatlığına sinirleniyor. Bir kere daha ikaz ediyor. Bir pusula yazıp gönderiyor. Diyor ki:
“Etrafında dolaşıyorlar. Erzurum’daki konağında oturup Kürt köylülerle sohbete dalacağına komutan olarak işinin başına geç. Erzurum’dan ayrıl. Halkın arasına karış. Askeri hazırlıklar yap. 
Fakat rahmetli Halit Bey çok geniş, çok rahat bir kişiydi. “Efendi fazla büyütüyor. Bir şey olmaz.” diyerek Erzurum’da kalmaya devam ediyor. Adeta tutuklanmasını bekliyor. Çok geçmeden de, gelip onu konağından alıyorlar.
Bu olay çok şeyi etkiledi. Harekât başarısız kaldı. Geride kalanlardan kimsenin askeri ve savaş tecrübesi yoktu. Bu haliyle zaten askeri nosyondan yoksun olan hareket, Şeyh Said Efendi’ninkişiliğiyle yürüyordu. Şeyh Said Efendi’de Kasım’ın tuzağında esir düşünce, halkı sürükleyen lider kalmadı.” 
Şeyh Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza isyan günleri boyunca babasının yanındaydı. Babasının tutsak düşmesinden sonra, bir süre kaçak yaşamı, ardından yurt dışına çıkmış, yeniden isyan “için “Hoybun”un kuruluşuna katılmış, genel af ilan edilince dönmüş, cezaevine girip çıkmış, sürgünde kalmıştı. Şeyh Ali Rıza daha sonra köyü Kolhisar’a dönmüş ve atalarının medrese geleneğini sürdürüp dini eğitim vermeye başlamıştı.60
Diyarbakırda türklerin oyunu 
 
Melle Şafii anlatıyor: 
 
“Diyarbakır başarısızlığının nedenini Ali Rıza Efendi’nin ağzından dinledim. Türkler, kendi askerlerini Kürtler gibi giydiriyorlar. ‘Şal u şapık’ içinde Diyarbakır sokaklarına dökülüyor. Kürtçe “yaşasın Şeyh Said!” diye bağırarak, kadınlara el atıyor, boyunlarındaki altınları çekip alıyor, evleri, mağazaları yağmalıyorlar. Halk bunları gerçekten Kürt sanıyor. ‘Şeyh Said bunun için mi ayaklandı?’ diye tepki duyuyor. Desteğini esirgiyor, kimi karşı cephede yer alıyor, kimi de kapısını kilitleyip içeriye kapanıyor.Şeyh Said bu olaylara çok üzülüyor. Gerçeği anlatmak için çırpınıyor. Muhasarayı kaldırmanın tek nedeni bu değil tabii: ama bunun da etkisi oluyor.” 
Asıl neden bu olmasa bile, “isyanın kırılmasında” provokasyonların etkisi vardı. Cephe gerisinde halkı isyancılara karşı kışkırtmak, tepkici kılmak üzere, parayla tutulmuş ajan provokatör birlikleri oluşturulmuştu. Bunlar köylere kadar yayılmış, şehir sokaklarını ise kontrolleri altına almışlardı.
 
“hele yüzüme tükür, sonra anlatayım” diyen Diyarbakırlı 
 
Kışkırtıcı ajanlar ordusunun bireylerinden biri de Liceli bir gençti. Dönemin bu genci, 1980’ler Diyarbakır’ının “dede” diye hitap edilen “rengi”ydi.“dede” gündüzleri, şehir merkezindeki köşede oturuyor “o günleri anlatır mısın?” diyenlere, “hele yüzüme tükür, sonra anlatayım” cevabını veriyordu. Sonra anlatıyordu:
“O zaman, çocukluk ile delikanlılık arasında bir yaştaydım. Şeyh Said’in askerleri Diyarbakır surlarını sarmışlardı. Türk askerleri surların içinde mahsurdu. Bizde içerdeydik. Silahlar patlıyor, surların tepesinde toplar gürlüyordu. Ortalık gürültü patırtı içindeydi. Şeyh Said’in askerlerinden surları aşıp içeriye girenler vardı. Kimdi şimdi hatırlamıyorum ama bir adam biz çocukları, delikanlıları topladı. Bize para verdi. Evleri, dükkânları talan etmemizi istedi. Dükkânlardan alacaklarımız bizim olacaktı. Birde dönüşte ayrıca para alacaktık. Ortalıkta bir sürü işsiz güçsüz vardı, benim gibi. Söylenenleri yaptık. Dükkânların kapılarını camlarını kırıp içeridekileri aldık. Evleri taşladık. Kırdık döktük. Bunu yaparken de bize söylendiği gibi “yaşasın Şeyh Said!” diye bağırdık. Bizim yaptığımızı görenler ve zarara uğrayanlar, “Şeyh Said bunun için mi savaşıyor?” diyerek soğudu, geri çekildi. Kızgınlıktan karşı cephede yer alanlar oldu.” 
Elazığ’da benzer olaylar yaşanıyordu. Elazığ olaylarını yaşayanlardan biri anlatıyordu:
“Elazığlılar Şeyh Said’in askerleri geliyor diye sokaklara döküldüler. Sevinç ve alkışlarla karşıladılar. Fakat görülen manzara ve şehirde yaşananlar, coşkulu desteği bir anda tepkiye dönüştürdü. Çünkü Şeyh Said’in askerleri diye karşılanan köylü kalabalığından bazıları şehre dalmış, kırıp geçiriyor, çapulculuk yapıyordu. Bu manzarayı gören halk, evine kapanıp kapılarını kapattı. Şeyh Şerif ve adamları bütün çabalarına rağmen, çapulculukları engelleyemediler. Çapulcuların yaptıkları, Şeyh Said’in askerlerine maledildi.Halk desteğinden mahrum, orta yerde kalakaldılar. Onun için Şeyh Şerif Malatya’ya yürüme konusunda emir veremedi. Bazı bozukluğu disipline etmeye çalışırken bozgun başladı. 
Şeyh Said isyanı, 1800 yılında başlayıp gelen isyanlar zincirinin bir halkasıydı. Bu yönüyle yeni değildi. Var olan sorunların silah gücüyle giderilmesi çabası… 
Fakat Türk Devleti “sorunların varlığını” kabul etmiyordu. Osmanlı’dan kalma gelenekle sorunları şiddet yoluyla yok saymaya çalışıyor, o arada “sorun olmadığı halde” yaşanan ayaklanmayı, eski kolaycı kestirmeden gelenekle “dış güçlerin kışkırtmasına” bağlıyordu.
Ankara: isyan dış destekli
 
Ankara’ya göre bu isyan “dış güçlerin”, özellikle de, “emperyalizm” diye tanımladığı İngiltere ile Fransa’nın “tahriki” sonucu patlak vermişti. Oysa tarih gerçeklerinin dokusu öyle değildi. Gerçekler söylemleri tekzip ediyordu. 
1923 yılında Lozan’da imzalanan anlaşma ile TC’nin sınırını çizen, tapusunu veren Fransa ile İngiltere idi. Kürt sorununu yadsıyan da… 
İki yıl önce çizdikleri sınırlardan pişmanlık duymaları için bir neden yoktu. Ayrıca Türkçe’ye de çevrilmiş belge, bilgi ve kitaplar da “emperyalizmin oyunu” söylemini yalanlıyordu. Çünkü suçlananlar Türkiye Cumhuriyeti’ne yardımda bulunmuştu. 
Ermeni yazar Garo Sasuni, “Kürt ulusal hareketleri ve Ermeni Kürt ilişkileri” adındaki kitabında Şeyh Said isyanının bastırılması için İngiltere ve Fransa’nın yaptığı yardımları uzun uzun anlatıyor. 
Sasuni’nin yazdığına göre İngiltere o dönemde egemen olduğu Irak sınırını tutarak, Barzani’nin güneyden yardıma gelmesini önledi. Fransa’da Suriye sınırını tutmakla kalmadı, Türk birliklerinin arkadan kuşatması için Suriye’den geçen demiryolunu emrine verdi. O nedenle Kürt çevreleri İngiltere ve Fransa’nın tutumlarını da yenilginin nedenleri arasında sayıyorlar. 
 
Ingiltere ve Fransa 
Türklere destek veriyordu!
 
 
 
İngiliz belgelerinde de Türkiye suçlanıyor. Musul’un İngiltere’nin elinden alınması için Şeyh Said isyanının Türkiye tarafından tertiplendiği yazılmaktadır. Yaşar Kalafat, yaptığı araştırmalarda birebir İngiliz desteğine belgelerde rastlamadığını belirtmektedir. 
ALTINCI BÖLÜM
 
Şeyh Said'in yakalanması 
 
Melle Şafii (Aydın) anlatıyor: 
“Şeyh Said Efendi Diyarbakır’dan ayrıldıktan sonra, konaklaya konaklaya bir atlı grupla birlikte Solhan tarafına eği köyüne geliyor. Binbaşı Kasım’ın da köylüsü olan sonra bitişiğindeki Baskan’a yerleşen Melle Yadin (Aydın), o sırada Silvan tarafında (Farkin’de ) Melle Yahya’nın yanında okuyor. İsyan haberini alınca Varto’ya dönmek üzere ayrılıyorlar. Eği’ye vardığı gün tesadüfen Şeyh Said’de oraya geliyor. Babası Şeyh Muhammed de Şeyh’le birlikte babasını buluyor. 
Şeyh’in orada olduğunu duyan çevre köylüler, Eği’ye akıyor. Büyük bir kalabalık meydana geliyor. Şeyh bazı ileri gelenlerle görüştükten sonra kalabalık cemaate namaz kıldırıyor, birde hutbe veriyor. Melle Yadin de namaza katılanlardan. Melle Yadin diyor ki: 
‘Şeyh Said Efendi, hutbede Allah için halkımızı zulümden kurtarmak için ayağa kalktık. Niyetimizin sonunu getiremedik. İyi sonuç alamadık. Ama Allah nezdinde müsterihim. Eğer, kıyamet günü Allan Teala bana neden ayağa kalktın diye sorarsa, ona sorumluluğum vardı. Halkıma karşı sorumluluğumu yerine getirmek için ayağa kalktım diyeceğim. Eğer zulüm karşısında ayağa kalkmasaydım, Allah nezdinde bu halkın hakkı nedeniyle sorumlu olurdum. Yükün altından kalkamazdım. Allah’ın önünde sorumluluktan kurtulmak gerektiğine inandığım için ayağa kalktım diyeceğim. Biz kaybettik ve zafere ulaşamadık. Fakat bu, haksız olduğumuz anlamına gelmez. Şimdilik başaramadık ama mazlum ve haklıydık. Tam tedbirli hazırlıklı, örgütlü olamadığımız için başaramadık. Şimdi dönebilenler köyüne evine gitsin. Kurtulma gücü olanlar kendilerini kurtarsınlar. Bizde çalışmalarımıza devam edeceğiz. Dünya ili bağlantı kurmamız, sesizimizi duyurmamız gerekiyor. Gerekirse bunun için İran’a geçeceğiz. Ama haklı davamızın takipçisi olacağız.’ 
Şeyh Abdullah’da o gün Eği’ye geldi. Yanında Kasım vardı. Kasım Varto’da ona katılmış, emrinizdeyim demiş.” 
İlk tohumlar süreci, başlangıç ve gelişmeler zamanında isyana karşı olan, bu yüzden Şeyh Said ve Halit Bey’le bağlarını koparak Kasım, “yenilgi anında” isyancıydı. 
Şeyh Said’in ayrılmaz parçası olarak onunla buluşmak için damadı, Şeyh Abdullah ile birlikte Şeyh’in bulunduğu Melekan köyüne geçiyordu. Şeyh ise burada toplanan liderler ile Muş yöresindeki Nuh Bey’in bölgesine, orası güvenli olmasa İran’a geçiş planlarını tartışıyordu bu sırada. Kasım, askeri bilgi ve becerisi ile plancı olarak başköşedeydi. 
Melle Yadin isyancıların safhındaki babasının yanında aynı kafiledeydi. Melle Şafii, Melle Yadin’in söylediklerini aktarıyordu: 
“Melle Yadin, daha Melekan’dan yola çıkarken, Şeyh Said Efendi ile Kasım arasında bir gerginlik olduğu anlaşılıyordu. Şeyh Said Efendi, Muş ovasında Murat nehrini düşündüğü köprüye bir keşif kolu gönderilmesini istediği zaman Kasım, ‘orası geçiş için güvenli değildir’ diyerek, karşı çıkmıştı. Yanımızda tartışmadıkları için tam anlamıyor, bilemiyorduk. Ama bir gerginlik vardı. Konaklaya konaklaya ilerliyorduk. Abdurrahman Paşa Köprüsünden Varto suyunu geçip Carbühür ve Hınzır köylerinden Bulanık’a doğru yol aldık. Önümüzdeki tek mesele Murat nehri idi. Murat nehrini geçmek için biri Bulanık yakınlarında, öteki Muş ovasında iki köprü vardı. Kasım, Muş ovasındaki köprü için tehlikeli dediği için, biz Murat’ı geçmek için Bulanık yakınlarındaki Seyda köprüsüne gidiyorduk. Uzun sürdü yolculuğumuz ama köprüye geldik. Şeyh Said ‘geçelim’ deyince Kasım, ‘köprüyü Türk askerleri tutmuş’ deyip yine itiraz etti. Tek seçenek, kabarmış Murat nehrini atla geçmekti. Geçilirmi geçilmez mi diye tartışma başladı. Kalabalığın içinde tartışmak istemedikleri için Şeyh Said, Şeyh Abdullah ve Kasım atlarını sürüp bizden koptular. Tepeye çıktılar. Ne dediklerini duymuyorduk ama tartıştıkları belliydi. Bir anlaşmazlık olduğunu artık hepimiz biliyordu. Sonra Şeyh Said önde geldiler. Şeyh Said, ‘ben gidiyorum. Kim gelmiyorsa kalsın’ diyerek atını nehre sürdü. Atlılar arkasından gittiler. Şeyh Abdullah ‘ben gelmiyorum’ dedi. Arkada Kasım’ın yanında kaldı. Kasım “kurtuluşumuz yok, bende gelmiyorum” diye bağırdı. Nehir suyu çok kabarmıştı. Su atların sırtına geliyordu. Şeyh Said, tam nehrin ortasına gelmişti ki, karşı tarafa haber gönderilmiş, Şeyh’in nehri geçip kurtulmasına karşı tedbir alınmış olmalı. Tüfek atışları başladı. 
Şeyh Said nehrin ortasından geri döndü. Onu takip eden atlılar da. Şeyh, atını doğrucu Kasım ve Şeyh Abdullah’ın yanına sürdü. Üçü birlikte yine bizden uzaklaştı. Karşımızdaki bir tepeye gittiler. Orada uzun uzun tartıştıktan sonra yanımıza geldiler. Geri döndüklerinde Şeyh Said Efendi, ‘hadi’ dedi. ‘Varto’ya gidip Osman Nuri Paşa’ya teslim olacağız.’ dedi. Atını sürdü hep beraber peşinden gittik. Şeyh’in kendi ayağıyla gidip teslim olacağını sanıyorduk. Fakat yeniden Abdurrahman Paşa köprüsüne geldiğimizde yanıldığımızı gördük. Meğer Şeyh Said Efendi, Kasım’ın ısrarlarından kurtulmak için ‘teslim olacağım’ demiş. 
Carbühür köyüne geldiğimizde, babasının nereye gönderdiğini bilmiyorum, ama Şeyh’in oğlu Şeyh Ali Rıza yanımızda değildi. Şeyh Said Efendi, burada Varto’ya giden Kereseit köyü yoluna sapacağına, atını köprüye doğru sürdü. Kasım telaş içinde yanına gitti. Konuşulanları artık hepimiz duyuyor, dinliyorduk. Kasım, ‘anlaşmamız böyle değildi, Varto’ya gidip teslim olacaktık. Ben bunun için söz verdim, mektup yazdım. Paşa bizi bekliyor.’ Dedi. Şeyh Said Efendi kızgındı. ‘Kasım’ diye bağırdı. ‘Ben teslim olmuyorum. Ölürüm, ama gidip düşmanıma teslim olmam.’ 
Kasım yalvarıyor.’Birlikte teslim olursak kurtulur, çok kimseyi de kurtarırız’ diyordu. Şeyh ‘nasıl istersen öyle yap ama ben teslim olmuyorum’ cevabını verip, atını hızla sürdü. Kasım o zaman atını sürdü. Köprünün ortasında önünü kesti. Akrabaları da Şeyh’in etrafını sardı. Akrabalarından Kalecik köyünden Kollu’nun oğlu Gulo, Şeyh’in atının dizginine yapıştı. (Gule daha sonra köyüne döndü. Bir gün üç atlı indi kapısında. Onu dışarıya çağırdılar, Şeyh’e neden ihanet ettin diye ateş edip vurdular.) Şeyh tüfeğine sarılıp, namluyu Kasım’a doğrulttu. Ama tüfeği ateşlenmedi. Kasım, kardeşi Reşit ve akrabaları yardımıyla Şeyh’i esir aldı.”
Şeyh’in tutsak düşmesine ilişkin pek çok söylenti vardı. Görgü tanıklarının anlattıkları da çelişikti. Şeyh’in yakalanması bir bakıma tarihi değiştiren olay olduğu için bunu farklı anlatımlarla sunuyoruz. Torunlarından Abdulmelik Fırat anlatıyor: 
“Şeyh Said Efendi, Diyarbakır cephesinden çekilirken amacı, İran’a geçip kendini kurtarmak değildi. Düşüncesi, Hakkari dağlarında bir cephe açmaktı. Fakat Binbaşı Kasım, Şeyh Abdullah’ı da kandırıp yapına alarak elbirliğiyle tuzağa çekiyor, hareketi öldürüyor. Şeyh Said Efendi, Diyarbakır’dan ayrıldıktan sonra, Genç üzerinden, Bingöl’ün Solhan ilçesine bağlı Melekan köyüne geliyor. Melekanlılar akrabalarımızdı. Şeyh Abdullah’ın köyü. Abdullah da Şeyh Said Efendi’nin damadı. Kızının evinde geceyi geçiriyor. Dinlenip ertesi gün yola çıkıp, Şerevdin (Şerafettin) dağlarından Muş ovasına inecek, oradan da Bitlis üzerinden Hakkari tarafına geçecek. 
Binbaşı Kasım da orada. Şeyh Abdullah ile birlikte köye gelmiş. İsyancıların yanında görünüyor. Sabah yola çıkılacağı zaman, Binbaşı Kasım, Şeyh’i düşündüğünü göstererek oyalama taktiklerine başvuruyor. Şeyh Said Efendi, Bongılan geçidini aşıp Muş ovasına inmek kararında, Fakat kasım, o yoldan gidildiği takdirde kurtulacağını bildiği için, kış ve kar şartlarını öne sürüyor; devlet güçlerinin Muş ovasındaki stratejik yolları tuttuğunu, yalanlar uydurup Murat nehrinin kabardığını, ovada nehri aşmanın zorluklarını anlatıyor. Amacı Şeyh’i oyalayıp hükümet güçlerine el altından haber ulaştırmak ve bir yandan da, irtibatlı olduğu Türk güçlerinin bulunduğu Varto mıntıkasına çekmek. Abdullah da bir bakıma ona arka çıkıyor, destekliyor. 
Yol güvenliğini ve nehrin kabardığını öne sürüp, sonunda güzergahı değiştirmeyi başarıyor. Şeyh Said Efendi’nin yanında adamlar var, ama yakınlık bakımından yalnız. Yanında ne çocukları, ne kardeşleri var. Orada en yakını olarak, damadı Abdullah ve bacanağı Kasım bulunuyor. Onlara güvenmek zorunda kalıyor. 
Kasım ve akrabaları, Abdurrahman köprüsünde etrafını sarıp namlu doğrultarak teslim olmasını istediklerinde, Şeyh Said Efendi ona hakaret ederek tüfeğine davranıyor. Fakat ateşlemeye zaman bulamıyor. Kasım onu teslim alıp devlete veriyor. 
Melle Selim de Şeyh Said’in tutsak edilmesi konusunda, ayrıntılar hariç, benzer şeyler anlatıyor ve şöyle diyordu: 
“Kasım, Şeyh Abdullah ile birlikte Melekan köyüne geliyor. Abdullah, Erzurum cephesinde mağlup olmuş, köyüne dönmüştü. Şeyh Said Efendi onunla buruda buluşuyor. Bir toplantı düzenliyor. Efendi, bundan sonra yapılacaklar hakkında herkesin tek tek görüşünü alıyor. Söz verilen herkes, ona tabi olduğunu söylüyor. Sıra Kasım’a geldiğinde, ‘Benim sözüm ayağınızın altındadır’ diyor. Bu, Kürtlerin büyüğe sadakat bildirimidir. Emrinizdeyim, nereye yürürseniz arkanızda, ayağınızın altındayım demektir. 
Bunan üzerine Şeyh Said Efendi kararını açıklıyor: 
—Doğu’ya çekileceğiz, Ama halkı serbest bırakalım. İsteyen bizimle gelir, gelmek istemeyen de köyüne döner. 
Ama Kasım planını yapmış. Yolunu kesecek. Bağlılığını bildirip kafasındaki planı uyguluyor. Şeyh’in kestirmeden Muş ovasından geçip dağlara vurma düşüncesini değiştirmeyi başarıyor. Varto yoluna sapıyor.” 
Halit Bey’in yeğeni Mehmet Emin Sever’in anlattıkları bir başka açıdan tarihe ışık tutacak nitelikte: 
“Yola çıkarken Şeyh Said Efendi’nin amacı, Muş ovasında, Karabegan köyünün yakınındaki köprüden Murat nehrini geçip dağlara varmak. Fakat Kasım bu fikre karşı çıkıyor. Şeyh Said Efendi’nin güvenliğini bahane edip, 
—O köprüyü biliyorum. Başında karakol kurmuşlar. Çatışmaya girmeden geçmemiz imkânsız. Ayrıca ovada nehri geçmemiz de tehlikeli. Çünkü bahar sularıyla kabarmış. Suya düşersek boğulur veya donarız, diyor. 
Kasım, Murat nehrini geçiş için yeni öneride bulunuyor. Şerevdin dağlarından. Varto yakınlarındaki Abdurrahman köprüsünden geçip, Çaksor köyünden dağlara yönelmeyi… Şeyh Said’in aklına Kasım’ın art niyetli olabileceği gelmediği için, önerisini uygun buluyor. Yola çıkıyorlar. Karlı Şerevdin (Şerafettin) dağlarını aşıp, yorucu bir yolculuktan sonra, 100 kadar atlıyla Abdurrahman köprüsüne geliyorlar. Burada kısa bir mola veriliyor. O sarıda Kasım’ın akrabalarından, Bağlu köyünden Temranlı Guloe Kollo, Kasım’ın talimatı üzerine Şeyh Said’e tüfeğini doğrultuyor.” 
Şeyh Said, 21 Mayıs 1925 tarihindeki ifadesinde yakalanması olayını şöyle anlatıyordu: 
“Şeyh Abdullah, Muş’la Meneşgut arasındaki Gırvas gediğinde cephe komutanıydı. Komutası altında 200–250 kişi vardı. Kasım Bey, o bölgede Şeyh Abdullah’a katılmıştı. Ne zaman katıldığını ben bilmiyorum. Darahini’den Meneşgut’a gittim. Kasım orada, Şeyh Abdullah’ın yanında idi. Beş gece beraber kaldık. Muş köprüsünden Nuh Bey’in yanına veya Varto’dan Murat nehrini geçip Hasenanlı Halit Bey’in yanına geçmeyi düşünüyorduk. Kasım Bey de öyle söylüyordu. Fakat gizlice Osman Paşa’ya mektup yazıp göndermiş. Muş tarafına gitmeye teşebbüs ettik. Kılavuz geldi. Geç olmuştu. Çok yağmur yağıyordu. Gırvas’a geri döndük. O gece orada kaldık. Ertesi gün yola çıktık. Çarbühür tarafına vardık. Gece yürüdük. Asker vardı. Lolan tarafında görüldük. Onlar Aleviydi. Hükümete çete yazılmışlardı. Bize ateş açtılar. Uzaklaştık. Takip edemediler. Gece, terk edilmiş olan Sipyan köyünde kaldık. Gece Melhemli’ye gittik. Köyün karşısındaki tepede gündüzü geçirdik. Orada teslim olma meselesi açıldı. Şeyh Abdullah teslim olacağını söyledi. Ben ‘yapamam’ dedim. Kasım Bey teslim olma fikrindeydi. Sonra ben de “Teslim olurum” dedim. 
Akşam namasından sonra Varto’ya doğru yola çıktık. Karanlıkta birbirimizi kaybettik. Abdurrahman Paşa köprüsüne geldiğimde, henüz şafak ağarmamıştı. Orada, ‘gidip teslim olayım’ diye geldi kalbime. Askerler her tarafı tutmuşlardı. Kasım Bey orada bana ulaştı. Fikrimi anlayınca, “Efendi, olmaz. Ben Osman Paşa’ya mektup yazdım ki, müfreze göndersin. Gelip bizi teslim alsın” dedi. Ben ona, ‘Askerlerini öldürürsün’ diyordum. O da ‘olmaz’ diyor, beni teslime iknaya çalışıyordu. Bana ‘Olur ki affederler, sürgün ederler. Belki çıkış yolu bulunur. Bu yolda ise beş dakika geçmeden telef olursun. Neredeysen, müfreze gelir ateş eder’ diyordu. Beni kandırdı. Döndük. Müfrezeler geldi. Bizi ilk bulanlar Çarbühür askeriydi. Çarbühür’e döndürdüler. Bizi orada bir odaya indirdiler. O sırada Paşa bizi telefona istedi. Görüşüldü” 
Binbaşı Kasım, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde Şeyh Said’in savaşı sürdürmek üzere Nuh Bey’in yanına gitmek istediğini, bu gerçekleşmediği takdirde İran’a gitmeyi planladığını, onu yakalamak için oyalamaya, yolunu değiştirmeye, bir yandan da teslime ikna etmeye çalıştığını, bir ara teslim olmayı kabul etmişken yeniden caydığını söylüyor ve devam ediyordu: 
Şeyh Said’in, gece teslim olmaktan caydığını duydum. Kendisiyle görüştüm ve bir saat boyunca konuştuk. Çarbühür’ü geçince, ilerde artık asker olmadığını, dolayısıyla kurtulduğunu, teslim olmayacağını söyledi. Tam Abdurrahman Paşa köprüsü üzerine gelmiştik. Şeyh Said atından inmişti. Atlılar nehirden geçiyorlardı. Geçmemelerini söyledim. Dinlemediler. 
Kardeşim Reşit, akrabamdan Timur, Ahmet, Kargapazarlı Mehmet Reşit ve Şerifoğlu ile Halit’e hemen ateş açtırdım. Yüze yakın mermi atıldı. Atlıların hepsi kaçtı. Şeyh Said’in kısrağı da kaçmıştı. Şeyh Said’i, köprünün ayağı yanında yakaladık. Şafak yeni açmıştı. Varto’ya gelmeyeceğini, istersem kendisini öldürebileceğimi söyledi. Gideceği cevabını verdim. Osman Paşa’ya tezkere yazarak ufak bir müfreze istedim.” 
 
 
 
İSTİKLAL MAHKEMELERİ
 
 
İsyancıları yargılamak üzere kurulan İstiklal Mahkemeleri, korkunun kılıcı gibi işliyordu.
İcraatından anlaşıldığı kadarıyla mahkemeler, yalnız kendilerini meydana getiren güce karşı sorumluydu. “Gücü” memnun etmek koşuluyla, kendi işleyiş kurallarını kendileri belirliyorlardı.
Bu mahkemelerin hukuk bilmeyen, ama saldığı korkuyla ünlenen “yargıç”larından Kılıç Ali, anılarında, “mahkemeler kurulurken, terör mahkemeleri adını vermeyi düşündük. Fakat sonra İstiklal Mahkemeleri ismi uygun bulundu.” diye yazıyordu.
Mahkemelerin kuruluş amacı, “Türk adaletinin şaşmazlığını” ve çelik yumruğunu kanıtlamaktı.
O nedenle, “isyan” gerekçesiyle yaratılıp sistemin tüm muhaliflerine gözdağı verecek biçimde, mahkemeler ağı meydana getirilmişti. Şehirlerde, ana gövdesi varsa, kasabalarda da mahkemelerin kolları iş başındaydı. 
İstiklal Mahkemeleri’nin hüküm sürüp, aralıksız “karar ürettiği” dönemin Fransız elçisi, Paris’e gönderdiği bir raporunda, sabahları uyandığında, Ankara’nın bitpazarı meydanında salkım salkım asılmış insan manzaralarıyla karşılaşıldığını belirtiyordu. 
Fransız ihtilalinden sonra başlatılan “terör dönemi”nden esinlenme ve onun bir tekrarıydı. TC’de yürürlüğe konan korku rejimi. Lord Kinross’un Atatürk kitabında vurguladığı gibi basın, korku düzenini, faşizmin temel ilkeleri “kanun”, “düzen”,”birlik” ve “hepsinden önemlisi kuvvet”le açıklıyordu.
Lord Kinross, rejimin gösterilerini şöyle anlatıyordu: 
 
“Gösteriler tüyler ürperdiği nitelikteydi. Ankara'nın belli başlı meydanında, hala otel yerini tutan (daha sonra adı itfaiye Meydanı olan Hergele Meydanı) yıkık dökük handa kalan Bulgar elçisi Simon Radev bir gece, gürültüyle uyanmıştı. Pencereden bakınca meydanın üç tarafının darağaçlarıyla çevrilmiş olduğunu gördü. Hepsi on bir taneydi. Fenerlerin ve ağarmaya başlayan günün ışığında asılmış birçok adam görüyordu. Henüz sırası gelmeyenler ise suçsuz olduklarını söyleyerek ağlaşıyorlardı. Bu sırada askerler öteye beriye koşuşuyor, subaylar yüksek sesle emirler veriyordu.”
 
Her yerde idam... 
Her meydanda ölüm ...
Her agaçta bir şehid....
 
 
 
Ankara, kayıtlara, istatistiklere geçmeyen idam edilmişler manzarasıyla “insan mezbahasına” çevrilmişti.
Kinross’a göre, Amerikan elçiliği kâtiplerinden Howland Shaw da, sabahın erken saatlerindeki bir Ankara manzarasını şöyle anlatıyor:
“Sehpalarda sallananların her birinin üstünde, beyaz gömlek gibi bir şey ve buna iğnelenmiş bir kâğıt vardı. Kâğıda adları ve suçlarının ne olduğu karalanmıştı. Her sehpanın altında bir seyirci grubu duruyor; bazıları, sanırım daha yakından görmek niyetiyle, komşu evlerin merdiven basamaklarında bekleşiyorlardı. Çocuklar sehpaların çevrelerinde oynaşıyor ve hiç kimse pek üzüntülü görünmüyordu. Bunun, herhangi bir manzaradan farkı yoktu.” 
İstiklal Mahkemeleri’nin, bölgesel merkezlerin dışında, il ve ilçelerde şubeleri, kolları vardı. “Şark İstiklal Mahkemesi’nin ana “karargâhı” Diyarbakır’daydı. Ama öteki illere, ilçelere dağılmış kolları da idam kararları üretiyor, insan asıyordu. 
Cizre’de idamların yapıldığı resmi kayıtlarda yok. Oysa o dönemin tanığı Cizreli bir ihtiyar şöyle diyordu: 
“Sabahları uyandığımızda, meydanın asılmış insanlarla dolu olduğunu görüyorduk.Onlar için bir şey yapamıyorduk. Dua etmekten başka…” 
 
Ankara’daki İstiklal Mahkemesi, Türk Ocağı salonunda toplanıp kararlarını üretiyordu. Mahkemenin toplanmadığı zamanlar, salon “yüksek Türk kültürünü” yaymak için kullanıyordu. Türk büyükleri yan yana sıralanarak konser, toplantı ve özenle hazırlanmış gösterileri izliyorlardı. 
Kinross anlatıyor: 
 
“Mahkeme yargıçları saygıdeğer kişilerdi. Yargı için ülkenin başka yerlerine gittikleri zaman, istasyonda devlet töreniyle uğurlanıyorlardı. Onların çabaları sonucu, TC kuruluşundan bir buçuk yıl sonra, bütün siyasi muhaliflerini susturmuş olmakla övünecek durumdaydı.” 
İstiklal Mahkemeleri’nin “adaleti” değişkendi. Hukuk geçerli olmadığı için, bir idam kararı, emirle “yok” sayılabiliyordu. 
Muhsin Örtülü adındaki bir teğmen, birliğiyle birlikte Ankara’ya “intikal” emrini alıyor ve yola çıkıyordu. Fakat Boğazlayan’da, haydutlarca yolu kesiliyor, çatışma çıkıyor, bazı askerler ölüyordu. Geride kalan askerlerle Ankara’ya varan Örtülü, İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanıyor, askerlerini ölümden koruyamadığı gerekçesiyle suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılıyordu. Genç teğmen, idam gününü beklemek üzere Ankara kalesindeki hapishaneye kapatılıyordu. 
Oğlu, gazeteci Erdoğan Örtülü, sonrasını anlatıyor: 
“Babam idam gününü beklerken, bir gün dönemin Adalet Bakanı hapishaneyi geziyor. Babama suçunun ne olduğunu soruyor. Bakan, babamı dinledikten sonra, ‘böyle saçma şey olmaz’ diyor. Babamı hapishaneden çıkarıyorlar. Rütbesini, üniformasını geri veriyorlar. Atatürk’e muhafız yapıyorlar.” 
Necip Fazıl Kısakürek, “Kürt Feryadı” adındaki yazısında, İstiklal Mahkemeleri’nin dehşetini, “Beraber mahkûm olmuşsa, önce oğlu idam edip babaya seyrettiriyor, sonra babayı asıyorlardı” diye anlatıyordu.
Diyarbakır’daki “Şark İstiklal Mahkemesi”, 12 Nisan 1925 tarihinde iş başı yapmış, ilk icraatı, Seid Abdülkadir, oğlu ve arkadaşlarını astırmak olmuştu.
Mahkeme başkanı Mazhar Müfit Kansu, eski vali ve Atatürk tarafından atanmış Denizli milletvekiliydi. Üye Lütfi Müfit Özdeş, eski asker ve Kırşehir milletvekiliydi. Özdeş 1940 yılında öldü.
 
Kürtçe bildiği için mi mahkeme heyetine dahil edilmişti bilinmez, Ali Saib Ursavaş, Revanduzlu bir Kürt’tü. Ama sanıklara karşı acımasızlıkta en ateşlilerdendi.
Ali Saib, “maaşından biriktirdiği paralarla” zengin olmuş, Adana ovasında bir çiftlik satın almıştı. Zamanın çoğunu burada geçiriyordu. 1930’larda, Suriye’den gelen bir tanıdığı, daha sonra Atatürk’e suikast hazırlamakla suçlanınca, o da kendini entrikanın ortasında buldu ve soruşturmaya uğrayıp yargılandı. Atatürk’le görüşüp hizmetlerini anlatıp, bağlılığını inandırıcı biçimde gösterince affedildi, fakat sayılı arabanın bulunduğu o dönemde tenhacık bir caddede trafik “ kazası”nda can verdi.
Kurulun hukuk fakültesi mezunu tek üyesi olan Savcı Ahmet Süreyya Örgeevren Büyük Ada’da köşk satın alacak kadar zenginleşmişti. Zenginliği nedeniyle daha sonra yolsuzlukla suçlandı. Ama edindiği servetin üstündü, uzun bir ömür sürdükten sonra 1969 yılında öldü. 
 
ŞEYH SAİD’İN YARGILANMASI 
ve mahkemedeki ifadesi 
 
Şeyh Said ve arkadaşları askeri cezaevinde, aileleri ve dünyadan tecrit ediliyor, kimseyle görüştürülmeden ayrı ayrı hücrelerde tutuluyorlardı.
İçerdekilerin dünyaya açılan tek pencereleri, tek ziyaretçileri, mahkeme heyetinin üyeleriyle, gardiyan askerlerdi.
Savcı Ahmet Süreyya Örgeevren, baş ziyaretçileriydi. Savcı, gün boyu hücreden hücreye geçerek, dostluk ziyaretlerinde bulunuyor, ikili görüşmeler yapıyordu. Örgeevren, 15 Nisan–26 Temmuz 1957 tarihleri arasında, Dünya Gazetesi’nde tefrika edilen anılarında, “Dostluk ziyaretlerini” ve şeyh Said ile yaptığı görüşmeleri uzun uzun anlatıyordu.
Savcı, onların iyiliğini düşünen adam olarak, “mahkemeden çıkıp huzur içinde evlerine gitmeleri için” ne yapmaları gerektiğini de öğütlüyordu. Savcıya göre, en birinci çıkış yolu siyasi savunma yapmamak, Kürt sorunu nu ağza almamaktı.
Savcı, “Kürt Sorunu vardır” deyip bu konuları deştikleri takdirde, onların iyiliğini düşünene büyüklerinin şefkatlerini esirgeyebileceklerini ve hiç düşünülmediği halde idam cezasına çarptırılabileceklerini anlatıyordu.
Zaten kendileri de farkındaydı, Kürtlerin hiçbir sorunu yoktu. İsteyen orucunu tutuyor, istemeyen namazını da kılmıyordu. Onun için “ olmayan Kürt sorunundan” söz etmeleri halinde “yukarıdakiler” kızabilir, dolayısıyla hayatları tehlikeye girebilirdi. Savcı, böylece ölüm yolcularının savunma ve söylemlerini hükümet bildirisi paraleline çekmeyi başarıyor, sanıklar, kurtuluş umuduyla, söylemlerinde ulusalcılık bağlarını koparıp, Kürt Sorununu isyan nedeni olmaktan çıkarıyor, yerine “dinsel düzen kurma ve sultanlığı ihya” amacını monte ediyorlardı. 
Şeyh Said bile, Binbaşı Kasım’ın, teslime ikan için “bana namus sözü verdiler; idam edilmeyeceksin” sözlerini, mahkeme heyeti üyelerinin dost ziyaretlerinde de dinleye dinleye idam edilmeyeceğine inanmaya başlıyordu. Verilen namus sözüne göre Şeyh, mahkemeden sonra, birkaç ay Edirne’de sürgün yaşayacak, ardından halkının arsına, köyüne dönebilecekti. Hatta mahkeme heyeti, baharda onu, Kolhisar, Köyünde ziyaret edecek ve vereceği kuzu ziyafetine katılacaktı.61
Şeyh Said ve arkadaşlarının davası, 26 Mayıs 1925 Salı günü Seyid Abdulkadir’in yargılandığı sinema salonunda başladı. Dekor aynıydı. Yukarıda kalan sahne, Türk Bayraklarıyla süslenmişti. Mahkeme heyetinin sıralanıp oturması için, yarım ay biçiminde yüksekçe bir kürsü inşa edilmişti, sahnenin ortasına. Salondaki tek fark, sinema kamerasıydı. Bir alıcı makine, duruşmayı başından sonuna kadar filme alıyordu.62
Dışarıda, Seyid Abdulkadir’in duruşması sırasında alınan önlemler, birkaç kat arttırılmış, sıradan insanlar için ürküntü verecek boyuttaydı. Şehir, birkaç kat kuşatılmış, yollar, kavşaklar silahlı askerlerce tutulmuş, yargılamanın olduğu sinema salonu ise etten ve silahların çeliğinden oluşan bir duvarın ardına alınmıştı. “Durumu şüpheli” görülen insanlar, semte yaklaştırılmıyor, köylüler arka sokaklara sürülüyorlardı. 
 
Ama mahkemenin “adil ve usulüne uygun” işlediğine ilişkin görüntü unutulmamıştı. Yargılamanın halka açık olduğunun göstergesi olarak, arka sıralara, Diyarbakır’daki devlet görevlileri ile yakınları arasından özel olarak seçilmiş sivil giyimli “ izleyiciler” yerleştirilmişti. 
Kimliklerin bir kez daha saptanmasından sonra iddianame okunmaya başlandı. Kalabalık isyancı grubuna ilişkin iddianame kısaydı. Siyasi içerikten uzak, “kriminal bir suçlama” niteliğindeydi. İddianamede, bütün dünyanın bildiği bir isyanın çıktığı anlatılıyor, ama nedeni açıklanmıyordu. İsyanın iç ve dış kışkırtmalar sonucu meydana geldiği de anlatılıyordu. İddianamenin sonunda isyanın amacı “din siperi altında irticai bir bölücülük hareketi” olarak tanımlanıyordu.
İddianamenin okunmasından sonra sorgu başladı. Şeyh Said, sorguda ilk sıradaydı. Yargıç, soru sorarken olağanüstü kibardı. “Siz” ya da “Şeyh Efendi” diye hitap ediyor, onu saygın yere oturtan deyimlerle konuşuyordu. Öyle ki, bu manzaraya tanık olanlar, rahatlıkla “Şeyh biraz sonra buradan çıkıp köyüne dönecektir” diye düşünebilirdi. 
Yargıç nerede, ne zaman ve kimin yanında öğrenim gördüğünü sorarak işe başladı. Bunu isyana ilişkin sorular izledi. Yargıçla Şeyh Said arasında geçen diyalogu, tutanakların açıklanan kısmından özetleyerek sunuyorum: 
“- İsyan hareketini nasıl düşündünüz? Size ilham mı geldi?
—Hâşâ, ilham gelmedi. Kitaplarda gördüm ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir. Hükümete şeriat sorununu anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının uygulanmasını isteyecektik. Allahu Teala’nın kaderi beni bu işe düşürdü. İçine bir düştüm, bir daha çıkamadım. 
—Buyurdunuz ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir. Bunun şartı yok mu? 
—Şartını bilmiyorum. Şer’an vaciptir deniliyor. 
—Bu halin imamdan kaynaklanmasına bir Müslüman isyan eder mi? 
—Benim niyetim böyle değildi. Şeriye şartlarını uygulamazsa dedim. 
—Demek ki siz, şeriattan sapma olduğu için kıyam ettiniz. Amacınız ne idi? 
—Kitap, kıyam vaciptir diyor. Kitap, cinayet, zina, müskirat gibi durumları yasaklıyor. Hepimiz Müslümanız. Türk, Kürt ayrımı yoktu. 
—Şeyh Efendi, onları bırakın. Özellikle kıyamın nedenini söyleyiniz. 
—Piran’ da bir olay oldu. Çatışma çıktı. Bu da bana mal edildi. Hâlbuki ben teğmene üç defa rica ettim. Adamlar nikâhları üzerine yemin etmişler, ısrar etmeyin dedim. Sonra sekiz tanesini bırakmış, ikisini tutuklamışlar. Olay patlak verince ben köyden çıktım. Sonra işin içine köylüler karıştı; ayaklanma başladı. Bir daha içinden çıkamadım. 
—Şeyh Efendi, Piran’a gelmeden önce din meselesinden dolayı kıyamı düşünüyor muydu,0nuz? 
—Kalbimde düşünüyordum. Fakat savaşla değil, broşürler yazıp meclise göndererek, yasaların şeriata uygun düzenlenmesini istemeyi düşünüyordum. 
—Niçin yapmadınız? 
—Bu konuda önce bilimsel araştırmalar yapayım dedim. Fakat kader beni Piran’a sürükledi. Piran olayı çıktı; önünü alamadık. 
—Şeriat uygulanmadığı için isyanı çıkardınız, öyle mi? 
—İmam eğer şeriatı uygulamazsa dedim, bu, şeriata göre isyanın gerekçesidir. İsyan meydana geldikten sonra, hiç olmazsa günahkâr olmayız dedim. 
—Müslümanların kardeş olduğunu söylediniz. Müslümanın Müslüman üzerine “kıtal” göndermesi caiz mi? 
—Evet, birbirinin kardeşidir. İmama kıyam etmek, muharebeyi itna etmez mi? Kitap öyle diyor. 
—Müslümanlar kardeş olduklarına göre, nasıl birbirinin üstüne sevk ettiniz? 
—Hz. Ali’nin savaştıkları da Müslüman değil miydi? Yine kardeş kalırlar. 
—Kıyam vaciptir buyurdunuz. Küffar Kur’anı çiğnerken cihat nedir? 
—O da cihattır. Beli, farzdır. 
—Yunanlılar memleketimizi işgal ederken, topladığınız o 4 bin kişi ile üstlerine yürümediniz. 
—O zaman çok perişandık. Zamanımız olsaydı durmazdık. Balkan savaşına katılmak istedik, istemediler. Bu savaşta muhacir, fakirdik. 
—İsyanı kimlerle nerede hazırladınız? 
—Önceden hazırlık yoktu. Piran olayı ile alevlendi. Biz de içine düştük ve işe başladık. Ben Lice’ye geldim. Kimseye bir şey söylememiştim. 
—Oğlunuz Ali Rıza İstanbul’dan geldikten kaç gün sonra isyan oldu? 
—Yaklaşık bir ay sonra. 
—Oğlunuz İstanbul’da isyan olayını kimlerle konuştu ve size ne haberler getirdi? 
—İsyan meselesini İstanbul’da işitmemiş. Hatta Halit Bey’in tutuklandığını Erzurum’da oğlundan duymuş. 
—Oğlumuz İstanbul’dan geldikten sonra, herhalde şeriat şöyle böyle olmuş diye bir şeyler söylemiştir. 
—İstanbul’da Hınıs Kürtlerinden birine misafir olmuş ve Seid Abdülkadir Efendi’yi ziyaret etmiş. 
—İstanbul’a ne amaçla gitmişti? 
—Halep tüccarlarına mal satmıştı. 
—Oğlunuz İstanbul’dan döndükten sonra nerede buluştunuz? 
—Şuşar’da. 
—Jandarma geldi, adam vuruldu, bu isyan çıktı dediniz. 
—Jandarma vurulmasaydı, kitapla görevimi yapacaktım. 
—Jandarma görevini yapıyor diye bütün halkı ayağa kaldırıyorsunuz. 
—Hayır, bence bir şey yoktu. Jandarmaya, bunlar teslim olmamak için yemin etmiş, siz ısrar ediyorsunuz, yapmayın dedim. 
—Nasihatinizden sonra bir şey oldu m? 
—Vuruştular. 
—Vurdular diye, size ne oldu da halkı ayaklandırdınız? 
—Ben köyden çıktım, gittim. Ayaklanma koptu; olunca da ben başına geçtim. 
—Ayaklanma oldu da, ondan sonra mı başına geçtiniz? 
—Ben Darahini’ye gelmeden önce muhasara başlamıştı. 
—Şeyh Efendi, isyanın nedeni jandarma değildir. Propagandalar, açıklamalar yapılıyormuş. 
—Jandarmalar olmasaydı, kitapla belki bir sene sonra olurdu, belki altı ay sonra olurdu. Yahut olmazdı. 
—Jandarma meseli düşüncelerinizi eyleme dönüştürdü. Olmasaydı, altı ay sonra olurdu değil mi? 
—Hayır, jandarma olmasaydı, belki olmazdı.Allan kader saydıysa olurdu. 
—Her şeyi kaza ve kadere mal ediyorsunuz. Sizin iradeniz yok muydu? 
—Hayır, irade de var. Ben boş değilim. Benim de dahlim var. İnkâr edemem. 
—İsyanı tek başınıza başlattığınıza inanmıyorum. Herhalde sizi teşvik edenler vardır. 
—Ne içerden, ne de dışardan teşvik eden yoktur. Hariçten dediğim ecnebilerdir. 
—Demek ki ayaklanma ve isyanı yalnız zat-ı âliniz düşündü. 
—Evet, benim fikrimde vardı. Bilim adamlarını, düşünce sahiplerini göreyim dedim. Din kalkmış, maneviyat unutulmuştu. Bunları isteyelim dedim. Öyle ümit ediyorduk. 
—Bunlarla görüştünüz mü? 
—Görüşmedim. Zaman kalmadı. Bu olay meydana geldi. 
—Mektuplarınızda , ‘Emirülmücahidin’ kullanıyorsunuz. İnsan kendi kendine Emirülmücahidin adını alır mı? 
—Emirlere, ‘Emirülmücahidin’ yazıyordum. Büyüklüğü kendime layık görmedim. Sonra Hadimülmücahidin’i kullandım. 
—Alacağınıza inanarak mı Diyarbakır’a hücum ettiniz? 
—Diyarbakır’a hücum taraftarı değildim. Fakat bazı kimseler istedi. 
—Kimler? 
—Hanili Halit Bey taraftardı. 
—Alamayacağınızı bildiğiniz halde neden hücum ettiniz? 
—Birkaç savaş olmuştu. Başarı Kürtlerde idi. Yine öyle olur sandık. Fakat olmadı. 
—İçerden bilgi alıyor muydunuz? 
—Diyarbakır içi ile alışverişimiz yoktu. Yalnız halkın çoğunun dine eğilimli olduğunu biliyorduk. 
—Yani ümitvardınız? 
—Ümitvardık. Halktan ümitvardık. 
—Cemil Paşazedeler ve Necip Bey neye eğilimliydi? 
—Ben kimseyi tanımam. İşittiğime göre, Nakip Cemil Paşalar şeriata meyyaldardır diyorlar. Seninle birlikte olur diyorlar. Ama kendisini hiç tanımam. 
—Böyle önemli bir istihbarat araştırılmaz mı? 
—Haddi hesabı olmayan yalanlarda söyleniyordu. Muş, Bitlis işgal olmuş diye haberler geliyordu. Sonra yalan olduğu ortaya çıkıyordu. Ne postamız, ne de irtibatımız vardı. 
—Hiçbir şey yokken, bu kadar ümmet-i Muhammed’in kanını dökmek caiz mi? 
—Zaten olmuştu. Darahini’ye hücum etmişlerdi. 
—Elazığ’a saldıran kuvvetlerin komutanı kimdi? 
—Şeyh Şerif’i tayin etmişti. Odur. 
—Başka kimdi kumandanların? 
—Gazik cephesini de Şeyh Şerif’e vermiştim. Palu’ya kadar gidebilirsin dedim. Melekanlı Şeyh Abdullah’ı Gırvas ve Muş ceplerine tayin ettim. Şeyh Hasan’ı da Kiğı cephesine verdim. Şeyh Hasan burada yoktur. Kumandanlar; ağalar, muhtarlar, aşiret mensuplarıydı. Benim düzenli ordum yoktu. 
—Diyarbakır’ı alma amacınız ne idi? 
—Rızkımız, nasibimiz, o tarafa gelmişti. Diyarbakır’ı aldıktan sonra ileri gelenlerle toplanıp, hükümetle müzakere yapacaktık. 
—İsyandan önce hükümete başvursaydınız ya! 
—Vaktimiz olmadı. 
—Hükümet taleplerinizi kabul etseydi ne olurdu? 
—Günahtan kurtulurduk. Evimizde otururduk. Hükümet isteklerimizi kabul etseydi, hicret isterdik. Hicret izni vermeseydi, günah bizden gider. Otururduk. 
—Bir mektubunuzda ‘fetih’ kelimesini kullanıyorsunuz. Anlamı ne bunun? 
—Her neresi alınırsa, fetih deriz… 
—Fetihten sonra bağımsız bir Kürdistan krallığı ilan edecektiniz, öyle mi? 
—Krallık bizim niyetimizde yoktu. Şeriat kurallarını uygulama idi. Ben ne başkanlık kabul ederdim, ne de elimden gelirdi. 
—Buradaki bildiriyi biliyor musunuz? 
—Ondan haberim yok. Kim yazmış bilmiyorum. 
—Diyarbakır’dan sonra hükümet tekliflerinizi kabul etmeseydi, çekip gidecektiniz, öyle mi? 
—Sonucun nasıl olacağını düşünmedim. Milletvekillerinin büyük kısmı dindardır. İsteklerimizi kabul eder, medreseleri açarlar dedik. 
—Türkiye Cumhuriyeti askerleri, Müslüman askerleri bizi mahvederler diye düşünmediniz mi? Bu kuvveti size veren nedir? 
—Kanıtımız yoktu. Bu kadar askerin hızla gönderilebileceğini sanmıyorduk. 
—Sonra anladınız, öyle mi? 
—Beli, şimdi anladım. 
—Bu isyanın esası nedir? 
—Esasını kime atfedeyim? 
—Lice’ye yazdığınız mektuba göre önceden düşünmüşsünüz. 
—O yazı benim değildir. İmza da benim değildir. O ifade zaten benim değildir. 
—İsyana ben karar verdim, dediniz. Bu havalide sizi tanıyan kimse olmadığına göre, nasıl Diyarbakır’a hücum ettiniz? Herhalde bunlar önceden düşünülmüş, karar verilmiş şeyler… 
—O olay oldu. Ben önce vardım. Allahuteala’nın kaderi oldu. Ben içinde idim. Eğer düşünülmüş, planlanmış bir şey varsa zaten biliniyor. 
—İsyan ettiğin zaman, Türk askerlerini Müslüman askeri olarak mı gördün, yoksa kâfir askeri mi? 
—Müslüman askeri olarak telakki ettim. 
—İslam içinde sizden bilgin yok mu? Varsa neden sadece siz düşünüyorsunuz? 
—Âlim elbette çoktur. 
—Bunlar yapılmıyorsa, onlar neden talep etmiyorlar? 
—Ne kadar ehli şeriat varsa hepsi talep ediyor. Fakat canından, malından korkuyorlar. 
—Bunların içinde âlimi ve cesuru sen misin? 
—En âlimi ben değilim, fakat tehlikeye atılan benim. 
—Memleketinizden hangi ayda çıktınız? 
—Kanuni Evvel’de (Aralık) çıktım. 
—Sizin durumunuzda olan (yaşlı) biri, kışın en şiddetli zamanında çıkar mı? 
—Günde üç saatten fazla gitmiyorduk. Yerler müsaitti. Odun, ateş çoktu. 
—İlkbahar, yazın ya da sonbaharda çıksaydınız, sizin için daha iyi olmaz mıydı? 
—Yazın, ziraat ve ticaretle meşgulüz. Kışın iş yok. 
—İsyana kadar ne kadar zaman geçti? 
—İki aydan fazla zaman geçti. 
—İsyandan iki ay önce çıkıyor, sonra isyan ediyorsunuz? 
—Evet, fikrimde vardı. Patlatmak niyetimizde yoktu. Fakat patladı. 
—Oğlunuz Halep’ten geçiyor… 
—Ticaret için Halep’e gitmişti. Parasını İstanbul’a poliçe vermişlerdi. İstanbul’a gitti, parasını aldı. 
—Halep ve İstanbul’a ticaret için gitti. Oralarda bazı kimselerle görüştü. Size söyledi. Sizde ayaklandınız… 
—O geldiğinde ben çıkmıştım. Şuşar’da buluştuk. İsyandan kırk gün önceydi. 
—Diyarbakır’a neden hücum edildi, cephane çok olduğu için, bilhassa cephane almak için buraya gitmek istedik. 
—Diyarbakır’a girmeyi başaramadınız. Ondan sonra ne gibi harekâtlarda bulundunuz? 
—Çapakçur’a Darahini’ye geldik. Licelilerin karşılamaya geldiklerini gördüm. Lice’ye gitmeye niyetim yoktu. Ondan sonra Kürtlere izin verdim. Evlerine gönderdim. Eğil’e gittim. Maden ve Ergani’nin işgalini orada duydum. 
—Türklerle neden ilişki kurmuyordunuz? 
—Eğil, Ergani taraflarında Türkleri de davet ettim. Dinimize çalışalım dedim. 
—Sizinle beraber isyan ettiler mi? 
—Tutan tutuyor, tutmayan tutmuyordu. 
—Ergani’de kimler vardı? 
—Şevket Efendi, Hamit Ağa, Hacı Hüsnü Efendi vardı. 
—Bunlar Türk mü, Kürt mü? 
—Türktürler, onlar da katıldılar. 
—Kürt Teali Cemiyeti’nden haberiniz olmadığını söylediniz. Bitlisli Yusuf Ziya Bey geldiği zaman ne görüştünüz?
—Yusuf Ziya’yı tanırım. Bana gelmişti. Ramazanda idi. Bitlisli Haydar Efendi, Yusuf Ziya Bey’in Muşlu Reşit Bey’le ziyarete geldiğini söyledi. Kendisinden ders okumuştum. Birkaç saat kaldılar. Çay içip gittiler. Baharda Hınıs’a gelmişti. Benim köyüme geldi. Orada meseleyi açtı. ‘Bir Kürdistan kurmak üzereyiz’ dedi. Muhaldir dedim. Fikrim bunu kabul edemiyordu.” 
Şeyh Said’in sorgusunda, “Kürt sorunu” na dokunulmuyordu. Oysa yakalandıktan sonra Varto’daki ilk ifadesinde, Kürtlere en azından özerklik verilmesi amacıyla isyan ettiklerini söylüyordu.
Nitekim mahkemede dinlenen Binbaşı Kasım’da, Şeyh Said’in bağımsız Kürdistan hayaliyle isyana karar verdiğini söylüyordu. Kasım, Şeyh’le evinde buluşup konuyu tartıştıklarını, kararını doğru bulmadığını söylediğini belirtiyordu.
Binbaşı Kasım, Halit Bey’in tutuklanmasından sonra, Şeyh’in köyünden ayrılarak halkı isyana hazırlayan toplantılar yaptığını, ilk destek sözünün Kanireşli (Karlıovalı) Kamil Bey’den geldiğini belirtiyor ve şu açıklamayı yapıyordu:
“Asıl sebep Kürdistan istiklali (özgürlüğü) idi. Dini alet ettiler. Esas maksatları istiklal elde etmekti.” 
Kasım Ataç, Kürdistan’ın bağımsızlık ve özgürlüğü için kurulan örgüte üye olanların, sırları saklayacaklarına dair yemin ettiklerini söylüyor ve “yemin o kadar müthiştir ki, yemin edenin kafasını kesseler, söylemezler” diyordu.
Kasım’ın anlatımına göre, örgüt siyası ve dini olmak üzere iki ana kola ayrılıyordu. Albay Halit Bey ve bazı yakın çalışma arkadaşları, siyasi cephede komitelerle çalışıyordu. Siyasi cephe gizliydi ve çalışmalarında daha çok hücre esası geçerliydi. Siyasi cephenin önemli liderleri Halit Bey, Kerem Bey, Yusuf Ziya Bey ve Hacı Musa Bey’di. Şeyh Said ise dini cephedeydi. 
Şeyh Said’den sonra sorguları yapılan öteki sanıkların hemen tümü, ayrıntılar hariç, benzer sözlerle, isyanın planlı olmadığını, dine karşı girişilen kısıtlamalar ve medreselerin kapatılmasına tepki olarak doğduğunu söylediler.
Örneğin hareketin önde gelenlerinden Hanili Salih Bey, isyanın planlama değil, üzüntü sonucu birdenbire doğduğunu söylüyordu. Salih Bey, Kürtlük dâhil, hiçbir siyası akımdan haberli olmadığını, din uğruna tepkilere katıldığını, fakat tepkinin genel isyana dönüşebileceğini hesaplayamadığını söylüyordu.
Salih Bey, olaydan bir ay önce Şeyh Said’i evine davet ettiğini, bu davetin eski bir dostluktan kaynaklandığını, ancak siyasi bir konunun konuşulmadığını, daha sonra da savaşa katılmadığını belirterek beraatini istiyordu.
Şeyh Said’in damadı ve doğu cephesi komutanı Şeyh Abdullah, Şeyh Said’in yakalanmasında yardımcı olduğunu söyleyerek beraatini istiyordu. Şeyh Abdullah, ek olarak geçmişte Ruslara karşı savaştığını anlatıyordu.
Fakat söyledikleri dikkate alınmıyor, Şeyh Abdullah, “benim katkımla yakalandı” dediği kayınbabasından sonra ikinci sarıdaki kişi olarak 47 idam mahkûmu arasında yer alıyordu. 
 
   
 
kurdistaninnartaneleri.de.tl